‘Batan’ sadece Türk Telekom mu?
Türk Telekom’un zaten bilinen ama alacaklı bankaların kapıya dayanmasıyla ilam olan iflası; sermaye fraksiyonları arasındaki arabulucu, uzlaştırıcı rolü emekçi sınıfların rızasıyla bütünleştiren bir siyasetin 16 yıldır devam eden ekonomik hikayesinin, neredeyse başladığı yerde, “tarihin en büyük özelleştirmesi”nde gerçekleşen temsili sonu mudur?
Dün öğle saatlerinde, aslında bir süredir beklenmekte olan bir haber, bir tür malumun ilamı düştü önümüze: Akbank, Garanti Bankası ve İş Bankası, Lübnanlı Hariri ailesinin şirketi Oger Telekomunikasyon’a ait Türk Telekom’un yüzde 55 hissesini devralmak için Rekabet Kurumu’na başvurmuştu. Oger şirketi, 2013 yılında, Türk Telekom’da sahip olduğu yüzde 55 hisseyi teminat göstererek aldığı 4.75 milyar dolarlık kredinin taksitlerini bile ödeyemez halde iflasa sürüklenirken; alacaklı bankalar ortak kurdukları bir girişim şirketiyle, teminat olarak gösterilen bu hisselere el koyma sürecini başlatmış oluyor. Telefon, GSM, internet ve TV yayıncılığı açısından ülkenin en büyük şirketi pozisyonundaki Türk Telekom’un –zaten bilinen– batışı resmileşiyor.
Oysa Türk Telekom, 2005 yılında büyük şaşaa ile satılmış, bu satış, 2001 krizinden sonra farklı burjuva fraksiyonların ihtiyaç ve beklentilerinin uzlaşmacı bir temsilini üstlenen AKP’nin ekonomik başarısının nişanelerinden biri olarak resmedilmişti. 1 Temmuz’daki ihaleye, 6 milyar 550 milyon dolar ile en yüksek teklifi veren Oger Telecom’la aynı yılın 14 Kasım günü devir sözleşmesi imzalandı. TV’lerden canlı yayınlanan tören sırasında dev boyutlardaki temsili çekin etrafında, alıcı Mohammed Hariri ile birlikte poz veren iki bakan vardı: Dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım… Yaptıkları konuşmalarda bu özelleştirmeyi gerçekleştirmiş olmaktan gururla söz ettiler. Özal’a, Demirel’e, Çiller’e başbakanlıklarında nasip olmayan bu satışı başarmışlardı. Mutluydular.
O 2005, Türkiye’de dizginsiz bir özelleştirme süreci, kamu kaynaklarının ‘acil sıcak para’ için satılması açısından miladi bir yıldı. Topluma ait dev sanayi kuruluşları, Tüpraş, Erdemir, Petkim, Tekel ile birlikte TCDD’nin Derince, Bandırma ve Samsun limanları, enerji dağıtım şirketleri, 2005’ten sonraki 3-4 yıl içinde elden çıkarıldı. Seka’da, Tekel’de işçilerin direnişi polis zoruyla bastırıldı. 12 Eylül’ün simge yüzü, neoliberal dönüşümün kurucu babası, hakkında “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” diye sloganlar yakılan Özal’ın hayal ettiği tasfiye, uzun ve istikrarsız siyasal iktidarlar döneminin ardından AKP eliyle gerçekleştiriliyordu.
AKP, bir yandan büyük burjuvazinin yabancı sermaye girişi ve finansal istikrar konusundaki endişeli ısrarcılığını doyuran bu hamleleriyle, diğer yandan da bizzat organik ilişki içinde olduğu ‘Anadolu sermayesi’nin ucuz kredi ve kamu/belediye ihaleleri iştahını doyurarak, geleneksel olarak gerilimli olan bu sermaye fraksiyonlarının siyasal temsilini sürdürmeyi başarıyordu. Elden çıkarılan kamu kuruluşlarında, işçi sınıfının örgütlü ve en ileri kesimlerinin tasfiyesi; eş zamanlı olarak, sendikasızlaşma, esnek çalışma gibi, tüm sermaye gruplarının ama özellikle de ucuz işgücü sömürüsüyle rekabet şansını artıran ‘İslami’ KOBİ’lerin memnuniyetle karşıladığı bir emek pazarı kurulmasına önayak oluyordu. 1995, 2000 ve 2001 krizlerinin travmatik işsizlik ve yoksulluk cenderesinin yorduğu emekçiler; kimlik politikalarına ve ‘laiklik hassasiyeti’ne indirgenmiş ‘merkez sol’dan kopmaktayken ve 12 Eylül’ün şiddetiyle ezilmiş sosyalist solun gücü sınırlıyken zaten İslamcı partilerin çekim alanına girmişti. Köylerden çözülerek büyükşehirlerdeki ve Anadolu’daki işletmelere akan köylü-işçiler de sendikanın ve mücadele geleneğinin olmadığı bu yeni emek pazarında niyaz ilişkisine dahil oldu. AKP böylelikle makro politika taleplerini yerine getirdiği büyük sermaye grupları ve zaten organik olarak iç içe olduğu geleneksel Anadolu sermayedarlarının uzlaşmasının yanına, emekçi sınıfların geniş bir kesiminin rızasını temsil etme avantajını ekledi. Bu üçlü ‘uzlaşma’, aslında iki büyük sermaye fraksiyonunun uzlaşmasına emekçilerin razı edilmesi, zaman zaman çeşitli gerilimler yaşansa da sürdü.
Ancak 24 Haziran baskın seçimi, ekonomik bozulmanın dolaysız olarak etkileyeceği emekçilerin rızası kaybolmadan gidilmiş bir alelacele seçim olmasının yanında, farklı sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimlerin de anlamlı siyasal sonuçlar üretmeden, erken bir müdahale ile etkisizleştirilmesini hedefliyordu. Seçimden önceki mayıs ayı boyunca yaşanan ‘faiz’ tartışmaları bu kapsamdaydı örneğin. Büyük sermayenin yabancı yatırım ve küresel finans sistemiyle uyumluluk ısrarı karşısında ucuz kredi ve hızlı ekonomik büyüme talebindeki, eskiye göre çok daha palazlanmış Anadolu sermayesi arasındaki gerilim, Mehmet Şimşek ile Nihat Zeybekçi’nin birbiriyle zıt demeçlerinde vücuda gelen bir kapsama çabasına karşın, temel figür olan Erdoğan’ın Londra performansıyla tekinsiz bir ortam yarattı. Muhalefetin, hem yerli büyük burjuvazi hem de uluslararası sermayeden teşvik bulduğu görülen (Millet) ‘İttifakı’, bu tekinsizliğe karşı bir alternatif arayışıydı büyük oranda. Şimşek’in II. Londra Seferi ve Erdoğan’ın faiz konusunda birden ‘anlamlı bir suskunluğa’ gömülmesi, bu alternatif arayışının yarattığı etkiyi ölçmek açısından epey veri sunuyor.
Ancak seçimi, mevcut egemen fraksiyon olarak Cumhur İttifakı, kendi içindeki ve risk boyutundaki oy göçleriyle gölgelenmiş olsa da kazandı. Bunda Millet İttifakı’nı oluşturan siyasal güçlerin, kendi tabiatlarına uygun olarak, emek cephesinde yaşanan sorunların uzağında kalmasının etkisi; üretici köylülerin ve işçi sınıfının yaşadığı bölgelerde iktidar partisinden kopan oyların Cumhur İttifakı içinde kalmasıyla kendisini gösterdi. İrili ufaklı onlarca işçi direnişinin, kriz korkusunun, geleceğe dair ümitsizliğin ve endişelerin hakim olduğu alt sınıfları, bizzat dahil olacakları bir toplumsal projeyle ülkeyi yeniden kurmaya ikna etmek yerine, ‘diploma’ya, şahsi atışmalara, ‘apolet sökmeye’ ve bir dizi başka kimlik meselesinde taraf olmaya çağıran alternatif sermaye bloku seçimi kazanamadı ve kurdukları ittifak da doğal olarak dağıldı.
Ancak bugünkü mesele, Millet İttifakı’nın dağılması ya da burada yer almış bazı partilerin ya da kişilerin karşı tarafa iltihak etmesinden daha çok, ‘Cumhur İttifakı’ olarak anılan diğer iktidar blokunun halen yekpare bir blok olup olmadığı meselesidir belki de.
Türk Telekom’un zaten bilinen ama alacaklı bankaların kapıya dayanmasıyla ilam olan durumu; şirket hisselerini rehine koyarak bankalardan aldığı borçları ödemeyen ve batan yabancı sahiplerinin ‘kötü şirket yönetimi’ sorunu mudur sadece? Yoksa, sermaye fraksiyonları arasındaki arabulucu, uzlaştırıcı rolü emekçi sınıfların rızasıyla bütünleştiren bir siyasetin 16 yıldır devam eden ekonomik hikâyesinin, neredeyse başladığı yerde, “tarihin en büyük özelleştirmesi”nde gerçekleşen temsili sonu mudur?
Ekonomisi çökmek üzere olan bir ülkede, Erdoğan kadar olmasa da toplumsal bir kabule sahip Ecevit figürünün ve milliyetçi rüzgarların etkisi altında gidilen (MHP yüzde 18 oyla ikinci parti olmuştu) 1999 seçimleri, belki oy oranları olarak değil ama açığa çıkardığı dönemsel dalgalanmalar ve yıkıcı potansiyel açısından diğer tüm seçimlerden daha çok benzemektedir 24 Haziran’a… Nisan 1999’da “bin yıl sürecek” terennümüyle tesis edilen 28 Şubat denkleminin başarıyla çıktığı bir sonuç üretmiş gibi görünen seçim, ekonomik çöküşün de etkisiyle 3 yıl sonra yenilenmiş ve AKP Türkiye siyasal hayatında zuhur etmişti. Önümüzdeki kritik birkaç yıl belki de benzer bir çözülmenin, bu seçimde kazanmış ya da kaybetmiş olsun tüm figürlerin tasfiye olacağı yeni bir denklemin kurulmasını zorunlu kılacak sonuçlar üretecektir. Toplumsal muhalefet, yeni koşullara uygun bir ‘yeni AKP’ üretme yeteneğine sahip olması kuvvetle muhtemel devlet ve sermaye fraksiyonlarına karşı kendi alternatifini ortaya çıkarmak için bu kadar sınırlı bir süreye sahiptir belki de…
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI