ABD ve yükselen sağ siyasetin Türkiye ayağı olarak yeni rejim
Erdoğan’ın adım adım uygulamaya koyduğu bu yeni sağ siyaset Trump’ın ABD’de uyguladığı modelin tipik bir yansıması ve örnekleri de giderek yayılıyor. Bu açıdan Erdoğan’ın son dönemde girdiği seçimleri kazanmasını aynı zamanda bu modelin de bir başarısı olarak görmek gerek.
Türkiye’de muhalif kesimler bir seçimden daha hayal kırıklığıyla çıktılar. İktidar partisi oy kaybederken ana muhalefet partisinin de oy kaybettiği, iktidarın ideolojisini, söylemini yenilemediği, ekonominin kötüleştiği, bölgesel olarak dayandığı ideoloji olan İslamcılığın krize girdiği bir ortamda, iktidara karşı sağlam ve kitleleri ikna edebilecek bir siyaset üretmek yerine, Erdoğan’a laf yetiştirme üzerine kurulu bir lider ve stratejinin peşinden gidildi. AKP ve Erdoğan’ın akılda kalan tek vaat olarak kıraathane ve kek önerdiği, MHP’nin ise doğru dürüst miting bile yapmadığı bir seçim sürecinde, öncesindeki bütün adaletsizliklere ve sayımdaki şaibeye rağmen Erdoğan İnce’ye, AKP CHP’ye 20 puan fark atabildi.
Bu seçimlerde Batı’nın tavrı önemliydi çünkü bir yandan Batı’da Erdoğan karşıtı söylem çok güçlenmiş ve yayılmış, öte yandan da doların değerinde hızlı bir yükseliş yaşanmış, bunun öncü etkileri ekonomide görülmeye başlanmıştı. Dolayısıyla, Batı ve ABD’nin Erdoğan’dan kurtulmak istediği şeklinde bir görüntü ortaya çıkmıştı.
Bu yazıda seçimlerin kendisine değil, genel olarak Batı’nın ama özelde ABD’nin Erdoğan’la devam etmek isteyip istemedi konusunu tartışacağım ve daha önceki analizimin aksine, Batı’da Erdoğan’a yönelik bütün eleştirilere rağmen, onun günümüzde yükselişe geçen sağ otoriter siyasal dalganın Türkiye’deki temsilcisi olarak görüldüğünü ve tam da bu nedenle kollandığını savunacağım.
YENİ SAĞ SİYASET
ABD dış politikasının ve Türkiye-ABD ilişkilerinin analizini yapmak karmaşık görünse de genelde kolaydı. Bunun da nedeni ABD sisteminin izleyeceği siyasete dair çok fazla veri sunması, görece daha şeffaf olmasıydı.
Günümüzde ise bildiğimiz siyasete uymayan bir durum söz konusu. Geçmişte sistem şöyle işlerdi: Bir ülke, bir örgüt ya da bir lider Amerika’nın bölgesel siyasetinin önünde engel olmaya ya da değişen bir küresel stratejiye uymamaya başladığında genellikle çeşitli yollarla tasfiye edilme süreci başlardı. Bunun için durum ve koşullara göre çeşitli sert ve yumuşak müdahale biçimleri uygulanırdı. Toplumsal hareketler, darbe, askeri müdahale ve bazı durumlarda doğrudan işgal. Chavez’in 2000’deki direnişinde olduğu gibi ABD’nin her bir girişiminin başarıyla sonuçlanacağı anlamına gelmemekle birlikte, böyle bir gelişme yaşanmadan önce hem dış politika dili değişir hem de bunun ABD sistemi açısından doğal uzantısı sayılan medya ve düşünce kuruluşlarının analizleri bu politika değişimini açıkça belli ederdi.
Böylece, hedef alınan lider ya da ülke hakkında olumsuz imaj oluşturulup, algı yaratılır ve kamuoyu oluşturulurdu. Bunun tersi de geçerliydi. Yani, ABD sistemi bir lideri destekliyorsa, ya fazla yorum yapılmaz ya da medya ve düşünce kuruluşları raporları onun hakkında olumlu analizler yapar, olumlu bir dil kullanılırdı. Dolayısıyla, Amerikan eylemlerine dair öngörülerin başarılı olma ihtimali daha yüksek olurdu.
ERDOĞAN İSTİSNA MI?
Bir süredir bu tür verilerden yola çıkarak ABD’nin Türkiye politikasının sağlam bir analizini yapmak zorlaştı. ABD dış politika söyleminde ve etkili düşünce kuruluşlarında şimdiye kadar görülmemiş yoğunlukta bir Erdoğan karşıtlığı var. Şaşırtıcı bir şekilde hem Washington Post, New York Times, CNN International gibi liberal çevrelerin sözcüsü sayılan medya organlarında ve Brookings gibi düşünce kuruluşlarında, hem de İsrail’e ve Neocon’lara yakın muhafazakar kesimleri temsil eden Washington Institute gibi düşünce kuruluşlarında Erdoğan’a yönelik sert eleştiriler görülüyor. 2011’den bu yana devam eden “Türkiye’nin kaybedilmesi” tartışması bir şekilde gündemde tutuluyor. Bunun yanında Gülen’in iade edilmemesi, Erdoğan’ın Washington ziyareti sırasında Türkiye Büyükelçiliği önündeki göstericilere müdahale etmesi nedeniyle korumalara tutuklama kararı çıkması, bir dönem vize vermeyi askıya alması, Zarrab ve Hakan Atilla’nın yargılanması, buna eşlik eden bir şekilde Kongre’nin giderek Türkiye karşıtı olmaya başlaması, hatta F-35 uçaklarının satışına ambargo uygulanmasını istemesi, Suriye’de ABD’nin YPG’yle çalışmaya devam etmesi ABD’nin artık Erdoğan’dan rahatsız olduğunu gösteren hamleler olarak görüldü. Öyle ki, artık Türkiye’nin güvenilir bir ortak ve müttefik olmadığı, NATO'dan çıkarılması gerektiği bile dile getirildi.
Bunun diğer yüzündeyse Türkiye kamuoyunda giderek artan bir ABD karşıtlığı söz konusuyken, Erdoğan’a yakın medya da uzun süredir darbenin arkasında ABD’nin olduğunu, Batı’nın (üst aklın) kendisini tasfiye etmek istediğini ve ona direndiğini, dik durduğunu anlatan bir anlatı kurmuştu. Ayrıca, Türkiye bir süredir Rusya ve İran ile Suriye konusunda Astana sürecini yürütüyor, Washington’ı rahatsız edecek şekilde S-400 füzeleri almaya çalışıyor, Amerikalı Rahip Bronson’u tutukluyor, ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanıması karşısında diplomatik bir hamleyle İslam İşbirliği Teşkilatı'nı İstanbul’da topluyordu.
Bütün bu gelişmeler iki ülke arasındaki ilişkilerdeki sorunlardan çok, ABD’nin kendisi için sorun çıkaran bir siyaset anlayışından rahatsız olduğunu gösteren gelişmelerdi.
Ilımlı İslamcılık söyleminin hiç dile getirilmediği, otoriterlik eleştirilerinin hız kesmediği böyle bir ortamda ABD öyle görünüyor ki Erdoğan rejiminden hala tam olarak vazgeçmedi. 24 Haziran seçimi öncesinde iki kritik hamleyle Erdoğan’ın işini en azından zorlaştırmaktan kaçındı. Bunlardan biri Zarrab/Atilla davasında karar çıktığı ve Halk Bankası'na bir ceza geleceği belli olduğu halde, şimdiye dek bu ceza açıklanmadı. Yüksek miktarda bir cezanın seçim öncesinde gelmesi, zaten yükselme eğiliminde olan doları daha da yükseltebilir, ekonomide çok daha olumsuz bir etkiye yol açabilirdi. İkincisi, ABD Menbiç konusunda tam da seçimden önce bir işbirliği başlattı ve Erdoğan’ın eline seçimden önce kullanabileceği bir koz daha verdi.
Anlaşıldığı kadarıyla ABD şimdilik otoriterlik eleştirileri, finansal hareketler, Zarrab/Atilla davası gibi araçları kullanmakla yetiniyor ama bunları Erdoğan’ı zayıflatan ve kırılgan konumda tutan bir strateji içinde uygulamayı tercih ediyor.
Dolayısıyla, ABD için bütün bu olumsuzluklara ve ötekileştirici söyleme rağmen Erdoğan’ı değerli ve işlevsel kılan şeyin ne olduğunu anlamak daha da önemli hale geliyor.
NEOLİBERAL OTORİTERLİK VE ERDOĞAN REJİMİ
Erdoğan, ABD sisteminin eleştirel tonuna rağmen yaşadığımız dönemin giderek şekillenen yeni bir siyaset anlayışının Türkiye versiyonunu temsil ediyor. Bu yeni sağ siyaset kabaca üç ana boyuttan oluşuyor. İlki, iktisadi açıdan neoliberalizmden ödün vermiyor. İkincisi, demokratikleşmeden geri çekilmek, onu erozyona uğratmakla birlikte, meşruiyet sorununa bir çözüm olarak seçim ve referandum gibi yöntemleri kullanıyor. Üçüncüsü ise, ülke ve koşullara göre, bazı yerlerde yabancı düşmanlığı, bazılarında ise içerideki azınlık ve diğer grupları ötekileştirerek ama her durumda muhalif güçleri kriminalize ederek iktidarı sürdürmeye dayanıyor.
Bu yeni sağ, dışlayıcı ve otoriter siyaset anlayışı neoliberal küreselleşmenin 2008’de içine girdiği krizi aşmanın bir yolu olarak ortaya çıktı ve sorunu iktisaden çözmek kapitalist sınıfın işine gelmeyince, Batı kapitalizmi dönüşümü siyasette aramaya başladı. Geçmişte neoliberalizm merkez ülkelerde muhafazakar sağ iktidarlar tarafından uygulamaya konurken, Şili ve Türkiye gibi çevre ülkelerde baskıcı yönetimler tarafından yerleştirilmek zorunda kalınmıştı. Fakat 1990’lardan itibaren neoliberalizm demokrasi ve insan hakları şablonuyla sunuldu. Bunun nedeni hem sosyalizmin reel olarak çökmesi ve sol hareketlerin ideolojik olarak zayıflamasının yarattığı özgüvene sahip olması, hem de gelir dağılımı bozukluğunun ve alt ve orta sınıfların kayıplarının yarattığı sorunları, kimlik siyaseti ve insan haklarının vurgulanması gibi uygulamalarla aşmaya çalışmasıydı. Neoliberalizmin bu üçüncü ve yoğunlaşan kriz aşamasında ise güvenlikçi, yabancı ve azınlık karşıtı, hakim ulus milliyetçiliğine imkan tanıyan versiyonu küresel bir dalga olarak yükseliyor. Ama bir önceki dönemin demokratikleşme dalgasından farklı olarak yarattığı meşruiyet sorununun farkında olan Batı sistemi bunu açıkça sahiplenmiyor, demokratikleşme kaybına yönelik eleştirilerini sürdürerek uygulamayı tercih ediyor. İşte tam bu bağlamda Türkiye’nin hem Batı sisteminin bir parçası, hem de bir çevre ülkesi olarak bu yeni siyasete Erdoğan’ın kurduğu sistemle eklemlenmesi ABD siyasetine uygun düşüyor olmalı. Erdoğan’ın adım adım uygulamaya koyduğu bu yeni sağ siyaset Trump’ın ABD’de uyguladığı modelin tipik bir yansıması ve örnekleri de giderek yayılıyor. Bu açıdan Erdoğan’ın son dönemde girdiği seçimleri kazanmasını aynı zamanda bu modelin de bir başarısı olarak görmek gerek. Bir bakıma, günlük dış politika tartışmalarının arkasına gizlenmiş sinsi bir kollama, uzaktan izleme süreci yaşanıyor. Türkiye yaşadığımız otoriter dalganın ilk ve etkili örneklerinden biri olarak sesli olarak eleştiriliyor ama belli ki bu modelin nasıl bir seyir izleyeceği, toplumsal ve siyasal tepkinin boyutlarının ne olacağı Türkiye üzerinden test ediliyor.
Dünyada giderek yayılan bu modelin genel olarak ne ölçüde sürdürülebilir olduğunu Türkiye’nin ekonomik koşulları, özellikle oyların sayımı aşamasında çok başarısız bir sınav vermiş olan ana muhalefet partisinin tutumu, muhalif toplumsal kesimlerin dayanma gücü ve direnci ve tabii ki Erdoğan’ın bundan sonraki süreci yönetebilme kapasitesi ve ABD’nin buna ne ölçüde destek olacağı belirleyecek.