Ahmet Ümit, gemiler, edebiyat, siyaset
Aynı gemide olmamız için, batış halinde can yeleksiz kalma kaygısını da, az çok ortak biçimde yaşamamız, hissetmemiz gerekiyor. Aksi halde, sözün, ‘laf’ olmaktan başka pek bir değeri kalmıyor maalesef.
Ahmet Ümit’in Sabah gazetesinden Tuba Kalçık’la yaptığı bir söyleşi dün sosyal medyada epeyce tartışmaya neden oldu. Söyleşinin başlığı, “Hepimiz aynı gemideyiz, Türkiye yoksa biz de yokuz!” En tartışmalı kısmıysa, sosyal medyada “Ümit yanlıyor yandan yandan” türünden yorumlara neden olan, “Doğru icraatlar desteklenmeli” kısmı.
Söyleşide, parçalarına böldüğümüzde kurtarılabilir, hatta seneye de giyilebilir argümanlar var. Genel olaraksa Ahmet Ümit, kendi yazarlık serüveninin yanı sıra edebiyat ve siyasetin bazı genel meselelerinden, Türkiye’nin jeopolitik öneminden, ezeli ve ebedi düşmanlarımızdan ve Dostoyevski’den bahsetmiş. Buraya bir Dostoyevski parantezi açmadan edemeyeceğim.
İletişim ya da edebiyat fakültesi taze mezunundan, Ahmet Ümit’e hemen o ‘Dosto’ çıtası konuverir bizde ortaya… Dosto, (büyük yazarla bu kültürel laubaliliğimiz nedeniyle özellikle kullanıyorum bu kısaltmayı) erken yaşlarda okunması, sonra mümkünse 10-15 yılda bir yeniden okunması gereken çok büyük bir yazar, evet. Hikaye anlatmaya soyunan herkesin temel besin kaynaklarından biri oluşu gayet anlaşılır. Ama iş alttan alta bir karşılaştırmaya döndüğünde, komik kaçıyor ister istemez. Bir Dostoyevski kolay yetişmiyor, çağımızdan çıkması ise türlü nedenle, imkansız görünüyor. Efendice, altını çize çize okuyup, ruhundan dünyasından nasiplenip, eserlerde dozunda göndermelerde bulunmak neyimize yetmiyor, anlamıyorum.
Ahmet Ümit’in Dostoyevski, Dickens, Balzac vurgularının altında öteden beri gündemde tuttuğu, haklı olduğu kadar da bildik “iyi polisiyenin iyi edebiyat sayılması gerekliliği” argümanının payı var. Polisiyenin Türk edebiyatında ‘resmi girişinin’ ne kadar geç ve halen de sorunlu olduğunu düşünürsek, bunu anlayabiliriz.
2005’te, Türkiye’de yazarın ve romanın polisiye macerasını anlatırken türün kökenleri ve gelişimine de değinen ayrıntılı bir makale yazmıştım, bir dergi için. Polisiye aşkıma eşlik eden, alandaki derli toplu Türkçe kaynakların azlığını fark etmenin getirdiği görev duygusuyla, ufak çaplı bir master tezine doğru gidiyordu olay. Neyse ki polisiyemiz de çok gençti de, bir noktada sona erdi. Ahmet Ümit’e dair değerlendirmemin bu kısmını, kısaltarak, oradan alacağım.
“Ahmet Ümit, Türk polisiyesi için birkaç anlamda gerçekten önemli bir isim: Her şey bir yana, ülkemizde polisiye/ gerilim türünün bir diğer bilinen ismi Osman Aysu ile beraber, biraz farklı kulvarlarda da olsa polisiye yazımında ‘inat ederek’ türün edebiyat gündemimize alınmasına yaptığı katkıları yadsımamız mümkün değil. Ümit’in son dönem polisiye edebiyatımıza bir diğer katkısı ise, kayda değer bir türsel çeşitlilik içinde ürün vermiş olması: Sis ve Gece, Kar Kokusu, Kukla gibi eserleriyle ‘siyasi polisiye’, Patasana ile "tarihi polisiye" örneklerine imza attı. Sis ve Gece’de, romanın baş kişisi Sedat aracılığıyla okuyucuyu bir gizli istihbarat görevlisinin, yasak aşkın neşter vurduğu paranoid dünyasıyla tanıştırmakla kalmadı, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı da başlı başına bir ‘edebi karakter’ olarak ilk kez okuyucuya sundu ve polisiye öykülerinden oluşan iki kitapta (Agatha’nın Anahtarı, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir) bir polis ikilisi aracılığıyla okuyucuyu suçun "yerli" sokaklarına daldırdı.
Ümit’in öykülerini temel alan, polis ikilisi başkomiser Nevzat’la Ali’den yola çıkan birkaç polisiye dizi çekildi. Peki ikilimiz ne denli yerli? Öncelikle Ümit’in, söyleşilerinde sıklıkla, "insan gerçeğine ilişkin sorular sormak", "Dostoyevski’nin yaptığı gibi", "insanın saplantılarını, iyi yanını, kötü yanını, kısacası yaşamı anlatmak" gibi sözlerle vurgulanan derinlik iddialarının en azından bu iki karakter özelinde birazcık ‘duvara tosladığını’ söylersek umarız fazlaca haksızlık etmiş olmayız. Zira cinayet masası amiri, alaylı baş komiser Nevzat’la, iyi eğitim görmüş, hafiften Amerikan takılan, hayatı çok fazla tanımayan Ali, Amerikan best seller’larının ve Hollywood’un sündüre sündüre kullandığı ‘veteran-çaylak’ ikilisinin dayanılmaz çekiciliği fikrine pek bir yenilik veya yerlilik getirmiyor.
Güneşin altında yeni öyküler gibi, gıcır gıcır yerli kahramanların da olmadığını biliyoruz elbette; ikilinin polisiyenin çok tutmuş bir kalıbına başvurularak yaratılmasında bir sakınca yok. Ama başrol oynadıkları çeşitli öykülerde, olaylara farklı yaklaşımlarıyla tanımayı umduğumuz bu iki öykü kişisi bir türlü derinleşerek ülkemize özgü polisiye karakterler haline gelemiyor. Ümit’in polisiye öykülerindeki yan karakterlerin büyük kısmı için de aynı şeyi söylememiz mümkün. Üçüncül karakterlerde ise kabadayılardan arazi mafyasına, sokak çocuklarından mezar hırsızlarına dek, önemli bir yerel çeşitlilik söz konusu.
Yerli mekân çeşitliliği ve gerilim yaratma, sürdürme konusunda başarılı olan Ümit’in eserlerinde, tatminkâr bir sona ulaşan entrikalar konusundaysa bir standarttan pek söz edemiyoruz. Özellikle öykülerinde sürükleyici kurguları oldukça nahif çözümler izleyebiliyor.
Ahmet Ümit’in pazarlama, PR olanaklarından sonuna dek yararlanmasında, onun edebi amaçları açısından bir sorun görmüyorum. Oldukça mütevazı görünümünün ardında her söyleşide ‘tatlı tatlı’ altını çizdiği ‘büyük yazar’lığıyla kallavi bir egosunun olması da bizde çoğu ünlü ismin müştemilatı cinsinden bir özellik. Eski solculuğundan, geniş bir okur kitlesine sahip belli bir yaşın üzerindeki erkek yazar olmanın doğrudan getirdiği güvenilirlikten ve sosyal medyadan da etkin biçimde yararlanıyor.
Ümit’e dair bugünkü eleştiriler büyük oranda ‘nabza göre şerbet verme’ eğilimi üstüneydi, öyle bir şeyi de gözlemek mümkün rahatlıkla. Yine de lince gerek yok, sakin. Sonuç olarak banka soymamış, yolsuzluk yapmamış. Seviliyorsa, tüm bu duruş ve edebiyat Türkiye’de, Türkiyeli okurda da bir yerlere denk geldiği içindir. Yukarıda yer verdiğim kısım 2005’e kadarki serüvenine dair, sonraki kitapları arasında okumadıklarım var. Sis ve Gece’sini okuduğum dönemde epey sevmiş olsam da genel olarak eğlenceli olmak için fazla formüle, iddialı olmak içinse biraz sığ bulduğum polisiye anlayışının alıcısı değilim.
Peki bugün hepimize birden bu kadar batan, ne oldu? Herhalde metaforik olarak dev bir tren faciasını, seçimi henüz atlatamamışken dün yaşadığımız gerçek tren faciası üstüne gelen “hepimiz aynı gemideyiz,” benzetmesi, öncelikle. Çünkü aynı gemideyiz, tamam da, çoğumuz gemi batarsa filikalara alınacağımıza hatta son anda bir can yeleği bulabileceğimize bile emin değiliz. Seçimlerden bu yana 40 milyon insan tuhaf bir azınlık duygusu içinde, giderek daha kaygılı bir ruh halinde, boğuluyor.
Belki yer aldığı mecranın da katkısıyla Ümit’in sözleri, birleştiricilikten ziyade kral kamarasına kayma eğilimi gibi görünüyor. Tek başına “muhalefet sadece muhalefet etmez,” gibi söylemler tamamen haksız görülemez. Ama mesele yerinde icraatların desteklenmesi değil ki, yerinde olmayan hiçbir şeye, karga tulumba paketlenme kaygısı taşınmadan bir eleştiri bile getirilememesi.
Söyleşinin bir diğer sorunlu kısmı da, “İyi yazarlar politik görüşlerini eserlerine yansıtmaz; Dostoyevski, Dickens, Balzac gibi,” cümlesi. Eksik ve yanlış bir değerlendirme olduğu için. Edebiyat ve sinema slogan atmaz, propaganda metni değildir. Ancak konusundan çok yapısı, kuruluşu gereği iyi edebi metinlerin, iyi sinema filmlerinin, hikayelerin, yazıların çoğu aslında çok ‘politik’tir.
Bu noktada Kieslowski’nin geçen haftalarda paylaştığım bir sözü geliyor aklıma: “Eğer kültürün yapabileceği bir şey varsa, hepimizi birleştiren şeyleri bulmaktır. Ve insanları birleştiren o kadar çok şey var ki… (…) İnsanları birbirine bağlayan duygulardır çünkü ‘sevgi’ sözcüğünün anlamı herkes için aynıdır. ‘Korku’nun ya da ‘acı’nın da. Hepimiz aynı şeylerden aynı şekillerde korkarız. Bu yüzden sinemamda bunları anlatıyorum. Yoksa başka konularda hemen bölünüyoruz.”
Bu muhteşem sözü söyleyen Kieslowski’nin filmlerinin, ilk elde politik konular içermeseler de, politik olmadığını söyleyebilir miyiz? Dekalog da, üçleme de, soyut çerçevesi itibarıyla zaten politiktir, sadece insan hikayeleri üstünden anlatır meselesini. Öyle ortak insanlık durumları ve duygular içinde bizi bizimle yüzleştirir ki bu arada sorgulamadığımız hiçbir şey de kalmaz.
Dostoyevski, bütün yapıtlarında yer verdiği inanç meselelerinden toplumsal adaletsizliklere ve dönemin politik düşüncelerine değin, hem soyut hem somut düzeylerde politiktir. Örnekler sonsuz çoğaltılabilir. Demek ki edebiyat ya da sinemanın politikayla koyması gereken mesafeyle kastedilen, edebiyatçının suya sabuna bulaşmaması olmamalı. İyi yazarlar çok boyutlu, inandırıcı evrenler kurar, kendilerini değil karakterlerini konuşturur. Okura müzakere alanı bırakan bir çerçevede, doğrudan politik meseleleri işlesin, işlemesin her iyi eser politiktir. Burada ön koşul, bu çok boyutluluğa, derinliğe sahip olmak. Daha önemlisi de iktidarın olduğu kadar belli bir politik grubun/mahallenin de sözcülüğüne soyunmayan bir evren ve dil kurabilmek. Çıkara değil hakkaniyete, adalete dayanmak. Yoksa bir haber metninde bile bütünüyle gerçekleştirilmesi neredeyse imkansız tarzda bir ‘tarafsızlık’ değil.
Röportajda bana ‘batan’ bir diğer kısım da, “ülkemi yurt dışında asla eleştirmem”, “yazar ülkesini şikayet etmez” türünden cümleler oldu. Neden? Muhafazakarlığın kurucu cümlelerinden biri olan ‘kol kırılır yen içinde’nin muhalif bir yerde olma iddiasındaki yazarın düşüncesinde işi ne? Hele de ünlü bir yazarın, daima, sözünün geçerliliği ölçüsünde ulusal ve uluslararası kamuoyunda ters giden şeyleri eleştirerek gündemde tutmak, çözüm aramak gibi bir yükümlülüğü de yok mudur? Bu düşüncenin kendisi evrensellik iddiasıyla çelişmiyor mu?
İçinde bulunduğumuz dönemde ayrıştırmayan, birleştirici söylemler değerli. Bir yazarın geniş kitlelere ulaşabilmesini, farklı düşünce ve görüşler tarafından benimsenebilmesini ben de çok önemli buluyorum. Ancak dikkatlice ve gönül/akıl işbirliğiyle kurulurken ‘mide’yi devre dışı bırakan bir denge olmalı bu. Yer yer sivrileşmeyi, söylenmesi gerekeni söylemeyi, eli taşın altına koymayı da gerektiren bir birleştiricilik algısı olmalı arkasında. Aksi halde yazarın, niyeti ne olursa olsun, her şeyden çok kendi tarafını tuttuğu izlenimini yaratmaması güç.
Aynı gemide olmamız için, batış halinde can yeleksiz kalma kaygısını da, az çok ortak biçimde yaşamamız, hissetmemiz gerekiyor. Aksi halde, sözün, ‘laf’ olmaktan başka pek bir değeri kalmıyor maalesef.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI