YAZARLAR

Stratejik muğlaklık: AKP ideolojisinin evrimi

Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali bağrında taşır. Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı, diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı mümkün kılmıştır.

AKP’nin ideolojisi, partinin kuruluşundan bu yana önemli değişimler geçirdi. Parti kimliğinde yaşanan değişimleri üç evreye ayırarak toparlamak mümkün. AKP’liler, kendini tanımlamak için ilk başlarda "muhafazakâr demokrasi" kavramını kullandı. Ardından, medeniyetçi görüş açısının ön plana çıktığı ikinci bir evre geldi. Son olarak, yerli ve milli oluşun parti ideolojisinin kurucu unsuru olduğu ileri sürüldü. Doğal olarak, partililerin söylem ve davranışlarını yönlendiren stratejilerde de benzer bir dönüşüm açığa çıktı. Uyum ve bütünleşme vaat eden muhafazakâr demokrasi programıyla yola çıktığı iddiasındaki AKP’liler, sonuçta kendilerini çatışma ve kutuplaşmayı egemen kılan siyasi anlayıştan beslenirken buldular. Yarattıkları kasvetli atmosfer, uzun süreli iktidarlarının karşılaştığı her ciddi riski, devleti kuşatan yıkıcı bir komplonun parçası olarak tanımlamayı kolaylaştırdı. Tehdit algısının yükseltilmesiyle meşrulaştırılan güvenlikçi uygulamalar öyle bir noktaya vardı ki, artık bir korku ikliminde yaşamanın anlamını bilmeyen kimse kalmadı.

Yaşanan dönüşümün kaynaklarını tartışmaya işin seçmen cephesinden başlamak, makul bir yolmuş gibi duruyor. Esasında temsili demokrasilerdeki siyasi partiler birer “oy makinesi” gibi çalışırlar. Partilerin ideolojik çerçevesi, ister istemez seçim dinamiği tarafından şekillendirilir. İdeoloji, bu bağlamda, siyasal inanç, değer ve kanaatlerin oluşturduğu bütünsel zihniyet yapısı anlamına gelir. Rekabetçi siyasi sistemlerde işleyen her ideolojinin temel sorunu, seçmen zihniyetindeki değişimleri yakalamak ve bir parti programı biçiminde şekillendirmekten ibarettir. Ne var ki, kimsenin elinde seçmen zihniyetinin nasıl ve hangi yönde değişeceğini gösterecek sihirli bir küre yoktur. Var olan sadece önceki seçim sonuçları ve seçmenlerin şimdiki eğilimlerini tahmin etmekte kullanılan kamuoyu araştırmalarıdır. Dolayısıyla parti ideolojileri, kaçınılmaz olarak eksik bilgi koşullarında inşa edilir ve seçimlerde sınanır. Sonuç olarak, bir partinin ideolojik çizgisinin sürekliliği, seçim sınavından ne ölçüde başarıyla çıktığına bağlı olarak belirlenir.

Ancak bu “makul ölçüt”, yani ideolojik sürekliliğin seçim başarısıyla olan ilişkisi AKP’nin ideolojik dönüşümünü açıklamakta yetersiz kalıyor. Çünkü AKP 2002’den sonra yapılan on üç oylamanın tamamını kazanmasına rağmen, ideolojik çizgisini üç kez ciddi bir şekilde değiştirmekte hiçbir tereddüt göstermemiştir. Buna rağmen, iktidara müzahir yazarların çoğu yaşanan değişiklikleri bir sorun olarak görmemiştir. Aksine, partinin seçim başarılarının ardındaki asıl dinamiğin bizzat bu “dönüşüm kudreti” olduğunu ileri sürmüştür. Onlara göre, söylem ve davranış değişiklikleri, aynı ideolojinin zamanın ihtiyaçlarına göre öne çıkarılmış unsurları olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Dahası, millilik boyutu sanki bugün çok vurgulanıyormuş gibi gözükse de, aslında en başından hem “muhafazakâr demokrasi” anlayışına hem de “bizim medeniyet” söylemine içkin olan bir ilkeydi. Dolayısıyla ideolojik çizginin asıl hareket yönünün değiştiğini söylememeliyiz. AKP’nin yaptığı, siyasetin önüne dikilen engelleri aşacak bir “esneklik” veya halkın ihtiyaçlarını karşılamayı öncelik kabul eden bir “pragmatizm” göstermektir; nokta!

Elbette siyasette değişim ihtiyacının ve esnekliğin önemini inkar edecek değilim. Fakat AKP ile ilgili gerçek, bu özürcü açıklamalarda dile getirilenden çok farklı. Yaşanan dönüşüm, hangi gerekçeyle izah edilirse edilsin, her biri ayrı yöne giden ve bir arada sürdürülemeyecek değişim dinamikleri yaratmıştır. Demokratik hukuk devletini, toplumsal barışı ve kamu hizmetinin etkinliğini ortadan kaldıran bu dinamiklerin bizi götüreceği tek yer var: çürüme. Siyasal çürümeyi sanki bir gelişme veya değişimmiş gibi kabul etmek, eğer insan bununla kişisel kazanç amacı gütmüyorsa, çok vahim bir hata olur. Baktığımızda, 2012 yılında benimsenen “bizim medeniyet” kavrayışı, Arap Baharı ile oluşan yeni durumda, Türkiye’yi bir bölge gücü olarak tanımlama ihtiyacının bir ürünüydü. “Yerli ve milli” olma ölçütüyse, Gezi Eylemleri ve 17-25 Aralık süreciyle açığa çıkan meydan okumaları yönlendirecek bir ilke olsun diye ileri sürüldü. Her iki durumda da AKP’nin asıl motivasyonu, kendi iktidarını tahkim etmek ve artık tümüyle partinin kontrolünde olan devletin bekasını sağlama veya büyütme arzusuydu.

Artık AKP’nin geçirdiği ideolojik dönüşümün, neden seçmen zihniyetindeki değişimlere uyumla ilgili olmadığını daha net görebiliriz sanıyorum. Aslında seçmen eğilimlerinin parti ideolojilerini şekillendirdiği genel olarak doğrudur. Gel gelelim 2002 sonrasında ortaya çıkan hâkim parti eğiliminin siyasi rekabetin dozunu azaltması, parti programlarının seçmen tercihlerinden kısmen özerkleşmesiyle sonuçlandı. AKP, kendi iktidarını güçlendirmekle ilgili meseleleri, her durumda ülke gündemine mal etmenin bir yolunu buldu. Çünkü art arda gelen seçim başarıları, AKP’nin seçmen zihniyeti üzerinde aksi tesir yaratacak bir güce kavuşmasını sağladı. AKP’yi iktidara getiren “oy makinesi”, partinin ideolojik söylemindeki içerik değişikliklerinden etkilenmeden kalmayı bu sayede başarabildi. Özetle, AKP’nin başarısında kritik olan, her evrede muğlak bir kimlik tarif etmek ve içeriği duruma göre şekillendirilebilir kavramlarla iş görmektir.

Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali bağrında taşır. Söz gelişi, kriz bir yıkımdır, ama bir fırsata da dönüştürülebilir. Yahut, kötü bir sonuç tükenişi ifade eder, ama yeni bir başlangıç için fırsatlar da yaratır. Somut duruma içkin olan ihtimallerin dinamizminden kaynaklanan bu “yapısal muğlaklık”, iyi idare edildiğinde siyasal gücün ana kaynağı haline gelebilir. Lakin muğlaklığın yarattığı güç kadar, gücün yarattığı bir muğlaklık durumu da vardır. İktidarın, kazançlı çıkmak için belirsizliği kasıtlı olarak yarattığı ve yönettiği bu durumu “stratejik muğlaklık” olarak adlandırıyoruz. Stratejik muğlaklığın kazanımlarının başında, bağdaşmayan politikaları bir arada yürütmeyi, sorun alanlarını tanımlanamayacak kadar belirsizleştirmeyi, hızlı ve zahmetsiz bir ideolojik dönüşümü mümkün kılması gelir.

Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı, diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı mümkün kılmıştır. Örneğin “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri” olarak kabul eden anlayış, Ortadoğu veya İslam referanslarına dayalı “bizim medeniyetimiz” anlayışıyla aynı anda savunulduğunda hem Avrupalı hem Ortadoğulu olma iddiası öne çıkar. Öte yandan, aynı iddia ne tam olarak Avrupa’ya ne tam olarak Ortadoğu’ya ait olma stratejisini de savunmayı mümkün kılar. Bu muğlaklığın başka bir örneğini çözüm sürecinde “Baldıran zehri içmeyi” göze aldığını söyleyen medeniyetçi Erdoğan’ın dönüşümünde de gördük. Aynı Erdoğan, yerli ve milli bir lidere dönüştüğünde, çözümü “Son terörist imha edilinceye kadar” mücadele etmekte gördüğünü açıklamıştı. Benzer birçok başka örnekte de olduğu gibi, kastedilmiş muğlaklık somut durumun içerdiği ihtimalleri en iyi şekilde değerlendirmeye yol açmadı. Asıl işlevini, AKP’yi ve Erdoğan’ı siyasal sorumluklarını inkar etme kudretiyle donattığında ifa etti. Sonuç, AKP’nin oy makinesini sağlama alan, ancak siyaseti yönsüz ve güçsüz kılan puslu bir ortamın hâkim kılınması oldu.

Muğlaklık stratejisi, bazı koşullar gerçekleştiğinde, açık ve iyi tanımlanmış bir ideolojinin yararsız olabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Buradan çıkan en önemli sonuç, rekabetçi siyasette ideolojinin ne olduğundan önce nasıl kullanıldığına bakmanın gerekli olduğudur. Meselenin esası, somut durumda mevcut olan ihtimalleri en muğlak halleriyle almak ve her işe koşabilecek şekilde işleme sokmakta yatmaktadır. Ancak böylesi bir kullanım sadece iktidar pozisyonundakilerin sahip olduğu ayrıcalıklarla mümkün. Yani dünyayı yeniden anlamlandırmayı ve insanları buna ikna etmeyi mümkün kılacak kaynaklara sahip olmanız gerekiyor. Karşımızdaki soru şudur: Kasten belirsiz ve gevşek tarif edilmiş stratejik muğlaklıklar alanında siyaset yapmayı kabul etmeli miyiz?

Gelecek yazılarda değişik açılardan bu soruya yanıt bulmaya çalışacağım. Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim: Görüldüğü kadarıyla iktidara hakikati söylemek yararsız. Çünkü iktidar hakikati zaten biliyor, ama kendi yarattığı muğlaklıktan kazançlı çıkmaya çalışıyor. Fakat onun belirleyemediği, siyasetin genetiğinde mevcut olan belirsizliklerin tanımladığı bir “yapısal muğlaklık” alanı da var. Boş ve yıkıcı bir iyimserlikten değil, yaratıcı ve yenilikçi imkanlardan kaynaklanan bir umutla gözümüzü dikeceğimiz yer orası olmalıdır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.