Bu devirde kimse şah değil padişah değil
Bir amfi tiyatro konserinde Sibel Can dinlemek isterdim doğrusu. Ruh halime çok uygundu. Fakat ne zaman, bu konsere gitmek istiyorum desem, alay konusu oluyorum. “Yaw bırrrak yawww. Ne Sibel Can’ı yaw” diyen bir protesto ile engelleniyorum. Oysa ne güzel dalga dalga yayılır, karşı sahile vururdu sesi: “Bu dünyada kimse şah değil, padişah değil” diye diye...
Bugünkü yazıma bir soruyla başlamak isterim. Allah'ım bizi neden bu kadar arabesk yapıp, sepet gibi Ortadoğu’nun kıyıcığına bıraktın acaba? Bir bildiğin kesin vardır ama bize de söyleseydin iyiydi. Nereden çıktı bu derseniz, 24 Haziran seçimleri sonrası biri şöyle yazmış sosyal medyada, “Siz Cumhurbaşkanı seçtiğinizi düşünebilirsiniz, ama biliyorum ki yüz yıl önce bizden çalınan devletimizi geri aldık.” Çok kişi de layklamış bu afili cümleyi. Bence bu arabesktir. Çalınmış devlette yaşanmış yüz yıl. Yüzyıllık çalınmış hayat tasavvuru. Neresinden tutsan eline hınç gelir, ilenç gelir. Arabesk bir ilenç.
Göle çalınmış bir yoğurttan söz eder gibi, “Rejim tutmadı” diyor kısacası. Bakmayın asiliğine, o rejimin yanlışlarını en yapıcı tarzda eleştirmeye kalkanlara bile, her daim “hain” muamelesi yapmış olanlar da onlardır. Devletçi, itaatçi bir akılla, tarihin bütün ceberutluklarını da en önde sahiplenmişlerdir. Bir kısmının aklı hilafette kalmış, aklı saraylarda, sultanlarda kalmış zaten. Açıkça yazıyorlar bunu. Başka ne söylenebilir? Bir şey söyleyecek mecal bulamıyor insan.
Üstelik de “Ben yoruldum hayat”.
O arabesk damardan devam edeyim ben de. 7 Haziran 2015’in iki gün sonrasından başlayarak, çalınmış bütün seçimlerimizden sonra, keşke birazcık olsun arabeske bağlayabilseydik biz de. Böyle hayat çok rahat. Çok yıprandık çok. Ben ancak 24 Haziran sonrası akıl edebildim. Günlerce, gecelerce son ses, “Ben yoruldum hayat” dinleyebiliyorum. Bu kesmezse, parçanın orijinali olduğu söylenen Çavreşamın’a geçiyor, birkaç gün de onu dinliyorum. Müzik kültürüm sınırlı zaten. Bourdieu boşuna dememiş, ekonomik sermaye ile en bağlantılı kültürel birikim/sermaye alanlarından biri müziktir diye. Bizse ekonomik sermayemizin el verdiğince edebiyata yatırım yaptık, bir de sinemaya. Olsun onlar da bir şey.
Bazen her şeyi bırakıp öylece gideyim diyorum işte.
Sonra “İçim ürperiyor, ya evde yoksan” geliyor aklıma. O da kesmiyor. Hızımı alamayınca kendim güfte yapıyorum. Bir kısmını yazayım şuraya;
...
Ben bu fotoğrafı çoktan görmüştümSezmiştim ben bunu hep ürpermiştim
Yüreğimi acılara demirlemiştim
Yine de bir şey var hiç benzemiyor, hiç benzemiyor
Hiç benzemiyooor
...
Güzel oldu bea! Güfteyi tamamlayınca da kim söylesin diye düşünüp durdum ciddi ciddi. Bunu Orhan the Godfather söylesin hiç istemem doğrusu, eskiden olsaydı belki bir nebze. MESAM olayında çevirdiği onca ibişlikten sonra katiyen istemem. Ebru da olmaz. Ebru için ısrar etmeyin bana. Sesine çok gider o ayrı. Sibel Can? Neden olmasın? Her şeye rağmen bu güfteyi Sibel Can’a verebilirim. Sibel?
...
Dün gece uyumaya çalışırken Gazete Duvar’a yazacağım yazıyı düşünüyordum. Tatildeyim, yazmasam da olur, dedim hatta. Sonra da uyuyakalmışım. Yukarıdaki satırlar büyük ölçüde bir rüya işidir. Neredeyse satırı satırına böyle bir yazı yazıyormuşum rüyamda. Uyandığımda o dağınık cümleleri toparlayarak yazıya geçirdim hızla. Bakalım nereye varacağız?
Tabii durup dururken görmedim bu rüyayı. Üç beş günlüğüne Ayvalık’a geldik. Geldiğimizin ertesi günü bir de ne göreyim, biz buradayken Ayvalık Amfi Tiyatro’da Sibel Can konser verecekmiş. Bir amfi tiyatro konserinde Sibel Can dinlemek isterdim doğrusu. Ruh halime çok uygundu. Fakat ne zaman, bu konsere gitmek istiyorum desem, alay konusu oluyorum. “Yaw bırrrak yawww. Ne Sibel Can’ı yaw” diyen bir protesto ile engelleniyorum. Oysa ne güzel dalga dalga yayılır, karşı sahile vururdu sesi: “Bu dünyada kimse şah değil, padişah değil” diye diye... Şarkının muhatabı benim aklımdan geçenle bir değilse de, çok manidar olurdu. Toplumsal muhalefetin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu şu günlerde... Tempo tutulurdu. Ayvalık yıkılırdı.
Şimdi tek başına da gece vakti elin Ayvalık’ında konsere mi gidilir? Gidilir, niçin gidilmesin... Bilet almadığımız halde geçerken biraz uğrar mıyız acaba? İşte bir yandan bunu, bir yandan da bu hafta Gazete Duvar’a yazıp yazmayacağımı düşünüp durarak uykuya dalınca böyle bir yazı gördüm rüyamda. Arabesk bir damardan girmiş, güfte yapıp çıkmışım. Tabii bir de müzik zevki bana kıyasla daha rafine olan “kendisi” tatilimiz boyunca Lin Pesto dinleyip durdu. Padişah da en çok dinlediğimiz parça oldu. Çelişkinin yamanlığına dikkatinizi bile çekmiyorum. Sibel Can icra edince “bırrak yaw,” Lin Pesto bu şarkıyı kavırlayınca müzik oluyor. Pehhh.
Benim güfteye gelince, başka sahibi çıkmazsa –bir yerlerden rüyama sızdığı anlaşılmazsa yani- kesin olarak ben yazdım diyebilirim. İtiraf edeyim ki evvel ahir şarkı sözü yazarı olmak istemişimdir. Fakat biliyorsunuz çok yakın bir zamana kadar bir akademisyendim ben. Şarkı sözüyle ne işim olurdu? Şimdi bir muhreçe olarak şarkı sözü yazma işine ufaktan girsem kimsenin canı yanmaz. Küçük bir sorun var ki bende kulak sıfır. Bunu biraz araştırmam lazım, kulak sıfırken kendimiz 40 beden olabiliyor muyuz? Diğer bir deyişle, kulak sıfırken şarkı sözü yazabiliyor muyuz?
Bu işten para kazanırsam yapacak çok şey var. Mesleğinden ihraç edilmiş akademisyen dostlarımla güzel işler yapardık çok paramız olsa. Olmadan da yapıyoruz gerçi, o ayrı. Olsa, daha iyisini yaparız. Şarkı sözüne bu yüzden sardırdım. Kayınvalidem oysa aşk romanı yazmamı istiyor. Sorun şu ki ben sıcağı sıcağına yaşamadığım şeyi yazamıyorum. Bende kurmaca yeteneği biraz kıt. Milattan önceden beri aynı adamla beraber ve bilmem kaç yıldır evli biri nasıl kuracak aşk romanını? Sevgi, şefkat, huzur filanla gelin bana. Huzur romanı yazayım sizin için. Çok iyi yazarım. Şule Yüksel’in romanı toplumun yarısına hitap etmiyor. Tanpınar’ın da romanı var huzuru yok. Bu yüzden onunki de çoğu kimse için epeyce sofistike kaçıyor. Yazıyım ben onu, huzuru yazayım. Ben son aşık olduğumda bir mektup Ankara içinde bir haftada seyahat ediyordu. Ev telefonu cevap vermeyen bir kadın ya da bir adama ulaşma şansı işte bu seyahat süresi kadardı. Her daim ulaşabildiğim, hayatının hiçbir döneminde “ıssız” ve ketum takılmamış, okur yazar bir adamı bulunca evlendim kendisiylen. Aşk romanı ney? Aşk da hatırladığım kadarıylan, habanero biberi gibi üç saniyede kepaze ediyordu insanı.
Neyse işte, O konsere gittik. Tamı tamına yirmi beş dakika kala karar verdik ve gidip biletimizi aldık. Kendisi benden çok eğlendi, selfi çıbığıylan fotoğraf çekip durdu. “Fakat Sibel Can’ın orkestrası çok başarılı, vokallerine de çok alan bırakıyor, çok takdir ettim” felan dedi ki benim hayatta aklıma gelmez bunları takdir edebilmek. “Performansı da iyi, hiç fena değil, hiç fena değil” dedi. Kısacası Sibel Can konserine gitmiş olmanın hakkını da bihakkın kavırladı. Lin Pesto’ladı.
Kapanışı Padişah’la yaptık. Pek güzeldi. Yeni albümün “Kuyu” şarkısı da amaçlanmamış bir politisazyon taşırıyordu ortama. Bence.
Aklın yolu birSana bir bela lazım
Senden beter
Ardından kuyunu kazan lazım
Anca keser... anca keser
Böyle böyle gidiyordu.
Ayvalık halkına gelince, Sibel Can’ın neşesi, keyfi, tezahüratı, hiçbir şekilde hüzünlerini alıp götüremedi. Oldukça büyük bir kalabalık, tempo tuttu ama dans etmedi, eşlik etti ama coşmadı. Moralleri fena bozuktu...
Rakı, balık, Ayvalık demek isterdim, ama değildi.
Bu yazıyı saymayın isterseniz.