YAZARLAR

Kapitalizmin yanan ürünleri...

Bir marka, dönüştürme, depolama, stoklama, saklama, nakliye gibi maliyetlerle başı hiç ağrımadan hisse değerini artırmış, reklamını yapmış, ona gözü kapalı bağlı müşterilerinin gözüne iyice girmiş, onlara tam da istediklerini vermiş, outlet’lere filan düşerek, değer de kaybetmemiş... 37,8 milyon dolarlık ürünü yansa, umurunda olur mu?

Yıllar önce, ablam iş için Amerika’ya giderken, beni aramış ve “Amerika’dan bir şey istiyor musun?” diye sormuştu. Amerika’dan ne istenirdi ki? Düşündüm, düşündüm ve bir şey bulamadım. (Çok şükür, memleketimde her şey vardı.)

Hiçbir şey istemediğimi duyan bazı çalışma arkadaşlarım, kınayan ve inanamayan gözlerle uzun süre baktıktan sonra, çeşitli bilgiler fışkırtmaya başladılar. “Bilmem ne mağazasındaki, bilmem ne marka kot pantolonlardan iste! Burada 3500 lira, Amerika’da 10 dolar filan. Aptallık etme!” dediler bana.

Üşenmediler, mağazanın kataloğunu getirip, pantolonu gösterdiler. Bildiğimiz, mavi bir kot pantolondu. Terliklerimi getirme ya da kendi kendini yıkama gibi özellikleri yoktu. (Ayrıca, fotoğraftaki pantolonlu manken, çok sinirli bakıyordu. Bence o da pantolonun fiyatına kızmıştı.)

3500 liralık pantolon giyerek, değerli bir insan olma ve bu nadide esere, aslında “10 dolar filan” ödeyerek, akıllı bir insan olma fırsatını teptim. Değersiz ve akılsız bir şekilde, hayatıma devam ettim.

Alnımın ortasına, “Bu üstümdeki pantolona, 10 dolar filan ödedim!” yazarak dolaşmayacaksam, herkes o pantolona 3500 lira ödediğimi sanacaktı çünkü.

Esas aptallık bu değil miydi? Bir pantolona 3500 lira vermek...

O dönem, (sadece) İstanbul’da açılmış, çok havalı bir mağaza vardı. Her zaman parfüm kokuyor, büyük ve havalı markaların, seçkin koleksiyonlarından, “parçalar” satıyordu. (Evet, oradaki elbise, ayakkabı, bere ya da çantanın adı “parça”ydı çünkü her biri, birer sanat eseri fiyatına sahipti.)

Şaşırtıcı olan, bu mağazadaki uçmuş fiyatlar, açılışında yaşanan izdiham, durdurulamayan sosyete akınları, ilk haftada (benim alamadığım kot pantolon dahil) 5000 ürün satılması değildi ama. Kapitalist sistem tıkır tıkır işliyor, alan da satan da razı görünüyordu.

Şaşırtıcı olan şuydu: Bu mağaza bir gün, bir bankanın kredi kartına taksit yapacağını duyurdu ve mağazanın sadık müşterileri, aniden çıldırdı. (Neden çıldırdıklarını tahmin etmeniz için, size biraz süre veriyorum şimdi...)

Bilemediniz! Sevinçten değil, sinirden çıldırdılar!

Taksite ne gerek vardı? Taksit demek, ödeme kolaylığı demekti. O zaman, bu markaları, alamayan ve zaten almayı “hak etmeyen” bir sürü insan da alacaktı. Onlar alırsa, bunların ne özelliği kalacaktı? (Şaka yapmıyorum, her yerde haber olmuştu o çıldırmalar.) Markalara yakıştıramıyorlardı ve hatta, (şimdi sıkı durun...) mağazayı protesto etmeyi düşünüyorlardı.

O kadar parayı, zaten bazı insanlarla “pişti” olmamak için, özel hissetmek için, kendilerini elbiseyle, ayakkabıyla var etmek için ödüyorlardı. Taksit, onlara yapılan büyük bir haksızlıktı.

Sadece taksitten değil, mağazadaki alışveriş yap(a)mayan kuru kalabalıktan da çok şikayetçilerdi. O insanlar, alamayacaklarını bile bile, orada neden geziniyorlardı? Tasarımdan anlamıyorlar, mağazada inci gibi dizilmiş ürünleri dağıtıyorlar ve her şeyi elleyip duruyorlardı. Fiyatlara şaşırıyorlar, hadsizce dalga geçiyorlar, “marka değeri” nedir, hiç bilmiyorlardı.

Yıllar içinde, öyle olaylar oldu ki, bu “marka değeri”nin esiri olmuş, “Ama yani tasarım!” diyen yoz teyzeleri ve amcaları unuttuk. Birileri, ayın sonunu getirmeye çalışırken, başka birileri de değerli markaları ve paralarıyla mutlu mesut yaşayıp gidiyor; kolundaki çantası, boynundaki atkısıyla değerli değerli salınıyordu.

Geçen gün, unuttuğumuz o yoz teyzeleri ve amcaları hatırlamamıza vesile olan bir haber duyduk: Ünlü marka Burberry, satamadığı 37,8 milyon dolarlık ürününü yakmış. Bir sürü giysi, mont, çanta, ayakkabı, parfüm filan... Hepsini yakmışlar. Son beş yılda, 116 milyon dolarlık ürün yakmışlar.

Neden? Yanlış insanlara satılmasın diye.

“Yanlış insanlar” derken, yanlış anlamayın. Sahtekârlardan söz ediyorlarmış meğer. Yüce markanın tasarımını çalıp, orada burada çakmasını yapacak ve üç kuruşa satacak hainlerden.

Fikri mülkiyet haklarını ve marka değerini korumanın tek yolu buymuş: Yakmak! Zaten bütün diğer ünlü markalar da yıllardır böyle yapıyormuş.

Taklit üretim yapan insanlar, gidip o üründen bir tane almayı akıl edemiyor çünkü. Sistem öyle işlemiyor hiç. Yazık, sadece ucuz olursa ya da çöpte bulurlarsa alabilecek durumda bu insanlar. Şu anda yıkılmış (ve yanmış) olmalılar. Taklit üretim sorunu da yandı, bitti, kül oldu böylece.

Neyse ki, yakma konusunda çok hassasmış Burberry. Çevreyi kirletmeden, çok dikkatli bir şekilde yakmaya özen gösteriyorlarmış. Oluşan atıkları da önemsiyor, sevgiyle imha ediyorlarmış.

Zavallı markalar... Bir yandan sahtekârlarla mücadele, bir yandan “Koskoca markamız ayağa düşmesin, aman fakirler giyemesin!” hissi, bir yandan markanın “gerçek” müşterilerini kızdırmama kaygısı, ticaretin kuralları, ekonominin alevlenişleri, kapitalizmin dişleri, sistemin işleri filan.

Bütün bunları düşünmekten, markalarda akıl mı kaldı? Giysiye ihtiyacı olan milyonlarca insanı, yalın ayak çocukları, doğaya verilen zararı, bütün o israfı, kaynakların hunharca tüketilmesini, fakirliği, eşitliği, adaleti düşüneceğine, nasıl daha fazla sömüreceğini düşünebiliyor ancak.

Ne kapitalizmin ne de bu markalara dünyanın parasını sayan insanların, böyle romantik meselelerle uğraşacak vakti yok zaten. Bir monta 32.500 lira (şu anda internet sitesinden alınmış, gerçek fiyat) veren bir insan, aynı montu bir dilencinin sırtında görse, “Ay Börbiri de ne kadar iyi kalpli markaymış. Canım Börbiri!” mi diyecek?

Bir marka, dönüştürme, depolama, stoklama, saklama, nakliye gibi maliyetlerle başı hiç ağrımadan hisse değerini artırmış, reklamını yapmış, ona gözü kapalı bağlı müşterilerinin gözüne iyice girmiş, onlara tam da istediklerini vermiş, outlet’lere filan düşerek, değer de kaybetmemiş... 37,8 milyon dolarlık ürünü yansa, umurunda olur mu?

Dünya yansa, umurunda olur mu?


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.