Büyüklere masallar
Masal kahramanının zaferinde bulduğumuz teselli bizim için yeterli olur genellikle. Oysa bir başka seçeneğimiz daha var. Harekete geçmek...
Masal sever misiniz? Hani şu iyilerin eninde sonunda kazandığı, kötülerin yedi kat yerin altına, ait oldukları yere gönderildiği masalları... İyilerin, görünüşe aldanmazsak eğer, başlarına gelen her kötü şeye direnen bir saflığa sahip olduğu, kötülerin, yine görünüşe aldanmazsak eğer, akılla kurdukları her tuzağın örttüğü ama eninde sonunda görünür olacak olan içeriden bir çürümüşlükten malul olduğu masalları... İyinin lekesiz saflığının kötünün kirlenmiş, lekeli, çürümüş, ahlak yoksunu kurnazlığına hep galebe çaldığı çeşit çeşit masalları... Ben severim, çocukken de severdim; ne yalan söyleyeyim yaşımdan utanmam hâlâ severim. İyilerin kazanması güzeldir, insanın içini serinletir. Masallarda bile olsa kötünün neredeyse geri dönülmez bir biçimde alt edilmesinden daha iç soğutucu, insanın adalet beklentisini karşılayan ne olabilir ki? Teselliyi masallarda aramak diyebilirsiniz buna... Deyin, fark etmez. Gülüp yargılayın beni fark etmez. Ben de derim ki teselli aramaksa mesele, sizin benden bir farkınız var mı? Hangimiz masal seveni teselliyi gerçek üstü bir dünyada bulmakla yargılayabilecek sahiciliğe, saflığa sahibiz ki?
Hans Blumenberg’in Endişe Nehri Geçiyor adlı eserini okurken masal sevenin teselli arayışı meselesini düşünmeme neden olan bir cümleye rastladım. “Anlam yoksunluğu çeken kişi, teselliye muhtaçtır” (56). Yazar, Freud’a atfen hayatın anlamını sorgulayan kişinin hasta olduğunu söylüyor. Yitirildiğini sandığı anlamı arayan bu hastanın sağaltılması gerekir elbette. Ancak sağaltılamazsa teselli edilmelidir. Teselli ise öfkeye kapılmamanın biricik yoludur. Masallar, simgeler gibi bizi teselli ederek öfkemizi boşaltabilmemizin birer aracıdır. Kötüyü simgeleyen gerçeküstü varlıklarla savaşında iyiliğin saflığıyla donanmış kahramanımızla özdeşleşerek kendi iyiliğimize inancımızı tazeleriz. Onun değerleri, bizim de değerlerimizdir. İnsanın insan görünümlü canavarlarla savaşıdır “insanlığı” kurtaracak olan. Kendi insanlığımızı kurtarmak, aslında insanlığın yitirilmiş anlamının yeniden canlandırılması gibidir. Masal kahramanının zaferinde bu umudu görür, teselli buluruz. Hastalığımızla yüzleşmenin ertelenmesi yeterlidir. Öfke yoksa, mücadele etme gereği de ortadan kalkar. Teselli yeter!
Anlamsızlık, değersizlik kuşkusu her gün yiyip bitiriyor oysa bizi. Hastalık yaygın. Korkumuz büyük: İnsanlığımızı yitirdiğimizin işareti çok. Daha dün, Yunanistan’da çıkan yangın ile ilgili haberlerin altına kinle, hınçla yazılan “oh olsun!” yorumlarına bir bakın mesela. Katışıksız bir şiddetin, şiddet dilinin ne kadar yaygınlaştığına bakın. Hayvanlar, çocuklar, kadınlar, bu şiddetten en çok nasip alanlar... Her gün bu şiddeti gözümüze sokan yeni olaylara tanık olmaya başladık. Dünyanın artık anlamını yitirdiğine dair kuşkumuzu pekiştiriyor bunlar. İnsanlığın kaybedildiğine eminiz şimdi. İnsanlığa ait olan değerlerin yitirilmesi, yaşamın bir zamanlar sahip olduğu anlamın da yitirilmesi demek değil mi? O anlamı bulmak, onu yeniden kendi kesinliğinde kurmak mı sağaltacak bizi peki? Bu anlamın yeniden bulunabileceğine inanmak mı tesellimiz? Böyle bir teselli yetecek mi?
Ben aslında pek çoğumuzun bu teselliyi bulduğunu düşünüyorum. Yeni bir masala inanarak üstelik... İnsanların ölümlerine sevinme, aslında daha iyi bir ifadeyle başkalarının ölümünde öyle ya da böyle kendi kurtuluşunu bularak bu ölümlerden haz alma haline karşı sosyal medyada yapılan itirazlara bir bakalım. Bunların hemen hepsi, felaketin kurbanlarının çaresizliğine arsızca sevinenlerin su katılmamış kötülüklerine işaret ederek onların insaniyet yoksunluğunu, dindar görünürken inancın özüne ihanet eden bir değersizlikle malul oluşlarını, çürümüşlüklerini, kokuşmuşluklarını dile getiriyor. Hemen hepsi yitirilmiş bir insanlığın ardından yas tutuyor. İnsanlığın anlamını yitirişinin karşısında sağaltılamaz bir kaygıyı, bir endişeyi somutlaştırıyor. Ama bu mesajlar muhtaç olunan teselliyi sağlamaktan başka bir işe de yaramıyor. Masalsı bir iyilik konumuna yerleşiyor kaygıyla itiraz eden. Neredeyse herkes, büyük bir şaşkınlıkla, biz ne zaman bu kadar kötü olduk, diye soruyor. Bir zamanlar iyiydik, değerlerimiz vardı. Şimdi bize ne oldu? Oysa bu şaşkınlık yeni bir şey değil. İyiliğin adına konuşan, kötülüğü her zaman bir değerler dizgesinin içinden yargılamıştır, insanlık adına kötülüğün karşısında hayrete düşmeyi bu dizge sayesinde bir hak olarak görmüştür, kötülük karşısında bu dizgenin güvencesiyle iyiliğin saflığına sığınmıştır. O dizgenin varsaydığı saf iyilik konumunun sadece masallara özgü olabileceğini bilse de onun gerçekliğine inanmakla teselli bulmuştur. Oysa soru başkadır: Kötülüğün iyilikten keskin biçimde yalnızca masallarda ayrışması bir tesadüf müdür? Hangi değerler dizgesi, bizler için iyiliğin anlamını kesin biçimde kurabilir ki? Kuramadığı için değil midir ki, benim iyim başkasının iyisi olmamaktadır?
Oysa kötülüğü, insanlık dışı ilan ederek onunla mücadele edilemeyeceğini, değerlerin yarışından iyiliğin mutlak zaferinin çıkarsanamayacağını anlamalıyız. Bir değerler dizgesi içinde yargılanan, olumsuz sayılan bir davranış bir başkası için kabul edilir olabiliyorsa iyilikle kötülük arasındaki sınırın, o tek, kesin, evrensel anlamın imkansızlığı ölçüsünde değişken olabileceği de kabul edilmelidir. Bunu kabul edebilirsek, kötülüğü tespit etmenin verdiği teselliye sığınmaktan da vaz geçebiliriz belki.
“Bakın, ölenler “oh olsun” diyor! Lanet olsun sana, ey kötülük! Bize hayatımızın anlamını, değerlerimizi geri ver!” Bu türden sızlanışlarda aradığımız teselli, kötülüğün kendi kendine yok oluşunu beklemekten başka ne anlama gelir ki? Yakınarak, işaret ederek, simgelerle yargılayarak kötülüğü kendimizden uzak tutabilir miyiz? Tutabileceğimize inanmak, kendimizi masalsı bir arayışın içine hapsetmektir. Kötülüğü bizce su götürmez her eyleme insanlık adına itiraz etmek, eyleyeni insanlıkla yargılamak, onu insanlığa davet etmek, insanlığımızın anlamını yeniden bulabilirsek kötülüğü bütünüyle alt etmiş olacağımız masalında teselli bulmaktır. Hapishanemizin teselliden oluşan duvarları, saf iyiliğin egemen olduğu bir dünya adına gerekli güvenceyi vermekten çok uzaktır oysa. Konumlarımız sandığımız kadar saf değildir. İyilik ile kötülük arasında mutlak bir sınır yoktur. Kötülüğü söze dökmek, yetersiz bir tesellidir.
Oysa bir başka seçeneğimiz daha var. Harekete geçmek... Sosyal medya mesajlarıyla yetinip kötüye kötü demenin tesellisiyle avunmaktan öteye geçilebileceğinin bir örneği yaşandı dün. O masalsı saflıktan, salt iyi olduğu için bizi galip kıldığını sandığımız o konumun verdiği teselliden vaz geçilebileceğini gösteren bir örnekti bu. İsveçli aktivist Elin Ersson, Afganlı bir mültecinin ülkesine iadesine ölmeye gönderildiği için karşı çıktı. Mülteci uçaktan indirilinceye kadar oturmayı reddederek haksızlığa, örgütlü, örgütsüz, yok edici kötülüğe direnmeyi yeğledi. Çarenin yakınmanın konforlu tesellisinde, yitirilen bir insanlığın hatırlatışındaki rahatlıkta olmadığını göstererek... Son söz: Yeni bir masal mekanı olarak sosyal medyanın iyiliği kendinden menkul kahramanlarına değil, Erssonlara ihtiyacımız var!