Yeni zamanların hikâyesi
Hayatımıza anlam katan, zamanın akışını durduran o biricik, o su damlası, o billur kristali anların ilk başta kelimesi yoktur. Nefesin kesilir ve o ânın içinde erirsin. Yaşadıklarını kendine anlatabilmen için zaman geçmesi gerekir. Başkalarıyla paylaşmak için çok daha fazla zaman. Bazen kimselere söylemezsin hatta, içine kilitlersin.
Hayatı yaşama ve dünyayı algılama halinin insanın gıyabında şekillendiği hatta dönüştüğü döneme 'yeni zamanlar' demek uygun olsa gerek. Yeni zamanların başlangıç ânı bende çok net. Birkaç yıllık aradan sonra gazete ofisinde bilgisayar başına geçtiğim ve Twitter denen dünyanın akışını, şelaleye bakar gibi saatlerce öylece izlediğim an…
İçinden geçilen günlerde mesafe tutturmak zor hikâye. Günlük hayat doğallığında yaşadığın için değişimleri, bunun senin üzerindeki devasa etkilerini hemen fark edemiyorsun. Ama benim gibi zaten kendisine sürekli aziz İstanbul misali tepeden “Ne yapıyor bu salak yine” düsturuyla bakan ve hayatının eski parçalarını sanki başkasınınmışcasına ilgiyle izleyen bir insan evladı için bu mesafeyi kurmak hiç sorun değil. Bugünlerde sıcakların da etkisiyle şu sosyal medya alemi ile macerama bir bakasım geldi.
AÇIL SUSAM AÇIL
Bunun için filmi biraz daha başa sarmak gerekiyor. Zira ben doğum günü ve yılbaşlarında ansiklopedi hediye edilen kuşaktanım. Cep telefonuna ikinci milenyuma kadar direnmiş, jetonlu ve kartlı telefonları özgürlüğü bilmiş tuhaf bir türüm. Halen de sokaklarda cep telefonsuz dolandığım zamanları özlemle anıyorum. Sakın “E o zaman evde bırak” demeyin. Çok iyi biliyoruz ki, evde bırakılan telefon da halen var olmaya devam ediyor. Yani artık yeni zamanlardayız. Onlarsız kalınan saatler irade ölçümünde kullanılıyor.
Akıllı telefonlarla da "garibanlar çok daha zeki kullanıcılara layıktır" diye düşünerek çok geç tanıştım. Ve fakat elbette bir vakit geldi ve sosyal medya bütün kapılarından beni de buyur etti. Twitter'ın hızına mahallenin ninesi şeklindeki dehşetli bakışımdan silkelenince, bu mecranın büyüleyici imkânlarına daldım. Doğru ya, artık sözün sadece tek bir yere ait değildi. Sözün, kuşlar kadar özgür, kendi gücüne bağlı olarak kainat kadar sonsuzdu. Hiç tanımadığım insanların sanatın ve hayatın her alanında biriktirdikleri hazineyi beklentisiz bir şekilde önüme akıtmasına minnet duydum. Bir toprağın sınırlarına bağlı olmaksızın, birlikte nefes alan devasa bir organizmanın parçası olabilmeyi tattım. Bağlar kurdum. Özgürleştiren bağlar. Merak, coşku ve aşkı bildim yeniden. İlgi duyduğum her şeyi saniyeler içerisinde önümde bulabilmenin, bir hazine sandığına dalabilmenin nimetini.
BAĞ KURMAK DEDİĞİN...
Gel gör ki, işin bir de zifir kara yanı vardı. Kudret kıymetli bir şey ama her kıymetli şey gibi insanı sınavlara tâbi tutan bir yanı var. Şimdilerde o akışa bakarken, bir felaket haberi gördüğümde acaba ilgi manyağı birinin oyunu mu diye duruyorum bir an. Manipülasyona bu denli açık bir dünyada herkesin aynı saf “bağ kurmak” noktasında kalacağını düşünmek ahmakça. Fenomenler çoğaldıkça "hayat hırsızlığı" diye bir şey hasıl oldu misal. İnsanlar, başkalarının instagram fotoğraflarını kendi anne babalarının, kişisel geçmişlerinin parçası olarak çalıp sunuyor. Ya da bir katliam, patlama, infial yaratan herhangi bir acı karşısında histen önce paylaşımı düşünüyor. Hashtagini, en afili cümlesini. Histen önce teşhiri geliyor.
Hal böyle oluna da geriye sadece teşhirin hazzı denilen o tuhaf, hastalıklı durum kalıyor. Bütün hisleri potasında eriten, cevheri söndüren bir modern zaman bataklığı. Çünkü o şarkıdaki gibi bütün en’leri senin yaşadığını kanıtlama ihtiyacındasın. En çok da kendine. Cümle alem bilmeli: en uzağa sen gittin, en çabuk da sen döndün.
Oysa kandırmayalım kendimizi. Hayatımıza anlam katan, zamanın akışını durduran o biricik, o su damlası, o billur kristali anların ilk başta kelimesi yoktur. Nefesin kesilir ve o ânın içinde erirsin. Yaşadıklarını kendine anlatabilmen için zaman geçmesi gerekir. Başkalarıyla paylaşmak için çok daha fazla zaman. Bazen kimselere söylemezsin hatta, içine kilitlersin. Dönüp dönüp tekrar bakmak, karlı küreyi bir kez daha sallayıp senin olan, sende kalanı yeniden yaşamak için.
Instagram, önümde açılan rengarenk, kocaman bir fotoğraf albümü. Sevdiğim şehirleri, hiç bilmediğim coğrafyaları ruhuma yakın gözlerle fotoğraflayan, yine hiç tanımadığım ama kendime çok yakın bulduğum insanların paylaşımlarıyla zenginleşiyorum. Derken araya bin tane sponsorlu reklam ya da filtresi, açısı, pozu derken gerçekliğinden kopmuş tuhaf kompozisyonlar, beden politikalarının en sakil örnekleri ve elbette yine teşhirin bin bir türü giriyor. Bu arada Facebook veri paylaşımı ve algı yönetimi konusunda köşeye sıkışmış oluyor. Biz bilgi çağı derken üzerimize sağanak yağmur halinde boca edilen yığın yığın “malzemeyle” öylece durur oluyoruz. Evet malzeme ya. Evet nesne. Çünkü bilgilenmek için zihin ve kalp emeği gerekir, bir insan ya da konuyla bağ kurman, nüfuz etmen, içinden geçmen… Yeni zamanlarda bunlar çoğunlukla demode kaçıyor.
Olsun varsın, yalnız olmadığımı görüyorum bu uyumsuzlukta. Sosyal medyanın, hele de alternatif bütün medya kanallarına ket vurulmaya çalışıldığı bir zamanda ne demeye geldiğini birinci elden yaşamak var. Kuş olmak hani. Ve sonra sürülerle birlikte uçmak. Ta ki yalan diyarının üzerine sayısız kara noktalı devasa bir bulut misali çökene kadar. Ta ki hakikati aşikâr kıldırana kadar.
Bu da yeni zamanların hediyesi. Sadece hakkını vermek ve hak etmek gerekiyor. Tercih bizim.