'Hey gidi günler hey!'
Sessizliğimizi yırtalım; hemen şimdi barışı isteyelim ki çocuklar büyüyebilsinler, içlerini yakan özlemler, kendi çocuklarına anlatabilecekleri anılar biriktirebilsinler. Bir gün saçlarına ak düşmüş yaşlılar olduklarında, şöyle ağız dolusu “Hey gidi günler hey!” diyebilsinler.
“Hey gidi günler hey!” Çocukluğumda her duyduğumda garip biçimde etkilendiğim bir sözdü bu. Hafiften yaş almaya başlamış, saçları ağarmaya yüz tutmuş teyzelerden, amcalardan her duyuşumda, merakım fena halde depreşir, hayal gücüm sınır tanımaz, o hasretle anılan günlerde neler yaşanmış olabileceğini düşünmeye başlardım. Kim bilir ne aşklar gizliydi bu sözün işaret ettiği o yaşantılarda, ne mutluluklar, ne başarılar? Öyle ya özlemle anıldığına göre... Bitip gidene, eldeyken yitirilmiş olana duyulan özlem içimi yakardı. Kendimi hayal ederdim. Ben de günün birinde böyle özlemle andığım kişilerle tanışıp aşklar yaşayıp mutlu olup anılar biriktirebilecek miydim? Bir an önce büyümek lazımdı. Her çocuk gibi acelem vardı. Düşlerimde yaşamaya can attığım bir hayat, önümde bitmek bilmeyen günler... Çocukluk işte, o sıralar hep mutlu anlar özlemle anılır sanırdım. Yitirilen gençliğin ardından tutulan yası pek anlamazdım. Artık yeniden genç olamayacak olanın belki de hiç yaşamadığı anları, gerçekleştiremediği düşleri, bitiremediği işleri, yarım kalmış aşkları, dokunamadığı yürekleri, yazamadığı kitapları, söyleyemediği sözleri, ertelediklerini, hiç sahip olamadıklarını özlediğini anlayamazdım. Yaşanmış bitmiş olandan çok yaşanamamış olanın özleminin daha derin olacağını nereden bilebilirdim, henüz çocuktum. Galiba herkes sonradan öğreniyor bunu. İki iç çekiş arasına sıkışmış bir “Hey gidi günler hey!” nidasında özlem kadar pişmanlıkların da olduğunu kim bilmez büyüyünce?
Bir arkadaşım, sekiz-dokuz yaşlarındayken dedesine “Hey gidi günler hey!” deyivermiş! Dedenin önce gözleri şaşkınlıktan büyümüş, sonra kahkahayı basmış tabii. Bir çocuk, henüz anlamını tam kavrayamadığı bir şeyi böyle söyleyiverince önce şaşırır sonra güleriz elbette. Çocuk ne biriktirmiş olabilir ki böyle afili laflar edebilsin? Vay kerata! Büyümüş de küçülmüş sanki, neler de söylüyor? Ayrıca çocukların masumiyetiyle bu söz birbirine hiç uymuyor öyle değil mi? Oysa aslında masumiyet değil mi o çocuğa bu sözü düşünmeden söyleten? O masumiyetin özlemi değil mi biraz da bize “Hey gidi günler hey!” dedirten.
Bugün, içinde masumiyetleri gasp edilmiş çocuklar olan haberlerle yazıları okuduğumda, bu çocukların belki de hiçbir zaman karmaşık bir özlemle geçmişine yönelmenin rahatlığını yaşayamayacaklarını düşündüm. Böylesi travmalara maruz bırakılan hangi çocuk büyüdüğünde, dönüp özlemle anabilir ki o çocukluğu? Düşler karabasana dönüşmüşken, hayat korkudan, acıdan başka hiçbir şey vaat etmezken özlem biriktirilemez. Bugünlerini ellerinden aldığımız bütün bu çocukların büyüyebilirlerse geçmişleri olamayacak. Gelecek düşleri olmadığı için anıları olmayacak.
Pişmanlıklarımız varsa düş kurabildiğimizden... Özlemlerimiz varsa arzu etme özgürlüğümüz olduğundan... Dilekte bulunuyorsak dileklerimizin gerçekleşebileceği umudunu taşıdığımızdan... İnsanın kötülüğüyle, savaşın yıkımıyla, benliğini yok eden bir şiddetle çok erken yaşlarda karşı karşıya bıraktığımız bu çocukların elinden düş kurabilme, arzu edebilme, umut edebilme özgürlüğünü aldık, almaya da devam ediyoruz. Sessiz kaldıkça, çocuklara karşı işlenen suçlara ortağız. Barışı yeterince güçlü savunamamak da en az savaşı kutsamak kadar suç ortağı yapıyor bizi. Dünyanın herhangi bir yerinde, evimizin epeyce uzağında yaşansa bile her savaşın bedelini dünyanın her yerindeki çocuklarımız ödüyor. Şiddet çoğalıyor, ikiye üçe ona katlanarak biz fark etmeden evlerimizin içine kadar giriyor.
Sessizliğimizi yırtalım; hemen şimdi barışı isteyelim ki çocuklar büyüyebilsinler, içlerini yakan özlemler, kendi çocuklarına anlatabilecekleri anılar biriktirebilsinler. Bir gün saçlarına ak düşmüş yaşlılar olduklarında, şöyle ağız dolusu “Hey gidi günler hey!” diyebilsinler.