YAZARLAR

Arap arkadaşınız var mı?

Hepimiz bal gibi biliyoruz ki ister plaza asansörü önünde olsun isterse İstiklal Caddesi’nde karşılaştığımız Araplara uzak bir mesafeden, yüksekten bakıyoruz. Bu mesafe bizim Türkiyeli kimliğimizin bir parçası. Oysa mültecilerin kalıcılığını kabul edip, onlarla birlikte yeni bir yaşam kültürü inşa eden bir toplum olmak mümkün.

Hiç Arap arkadaşınız var mı? Ya da şöyle sorayım: Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteciler arasında tanıdığınız, dostluğu geçtim ahbaplık ya da arkadaşlık ettiğiniz kaç kişi var?

Çalıştığım plazanın bir katında çoğunlukla genç Arap erkek ve kadınların istihdam edildiği bir çağrı merkezi var. Her gün yüzlerce Suriyeli ya da Iraklı ya da başka Orta Doğu, Körfez ülkelerinden gelmiş ama hepsi de Arapça konuşan genç insan girip çıkıyor bu binaya. Onlarla paylaştığımız tek şey asansör. Ve plazanın geri kalan Türkiyeli sakinleri, bu paylaşımdan bile hiç memnun değil. Çünkü Araplar sıra beklemeyi bilmiyormuş…

Aslında hepimiz bal gibi biliyoruz ki ister plaza asansörü önünde olsun isterse İstiklal Caddesi’nde karşılaştığımız Araplara uzak bir mesafeden bakıyoruz. Bu mesafe, biraz yukarıdan aşağıya doğru… ve bizim Türkiyeli kimliğimizin bir parçası. Araplar, milliyetçi söylemde bizi arkamızdan vuranlar, sol söylemde feodal Müslümanlar. Her halükarda Cumhuriyet ve Batılılaşma hikayemizde geride bıraktığımızı düşündüğümüz, biraz küstüğümüz ama daha çok beğenmediğimiz eski akrabalarımız gibiler. Onları merak etmiyoruz, onlarla iletişim kurmuyor, onlarla birlikte yaşamayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz.

Resmi rakamlara göre İstanbul’da 500 bin Suriyeli yaşıyor. Arapça konuşan azınlığın gerçek rakamının bunun çok daha üstünde olduğunu tahmin etmek güç değil. Ve Araplara karşı takındığımız mesafe sadece kentin plazaları ve şık semtlerinde değil, kentin her yerinde geçerli. Bir daireye birkaç ailenin sığındığı yoksul mahallerde de durum aynen böyle. Onlar ‘Suriyeliler’. Düşmanlık görmeseler de sadece tahammül edilen, bir gün gitmeleri ya da birlikte yaşadıkları insanlarla aynılaşmaları beklenen ‘yabancılar’.

Türkiye’nin, Müslümanlık ortak paydasında buluştuğu üç milyondan fazla Suriyeliye Batılı ülkelerden daha iyi davrandığı aşikar. Farklı kültürden göçmenlere alışkın olmayan Türkiye toplumu, bu misafirlerin önemli bir kısmının kalıcı olacağının ne kadar farkında? Bu tartışılır. Komşuluk, birlikte yaşamaya dönüştüğünde, hoşgörü yerini gerilime bırakacak mı? Büyük ihtimalle evet.

Ay başında İKSV’nin yayımladığı bir rapor da bu tehlikeye ve alınabilecek önlemlere dikkat çekiyor. ‘Birlikte Yaşamak’ başlıklı rapor, Suriyeli mültecilere odaklanıyor ve gerilimi ortadan kaldırmak için sanat etkinliklerine işaret ediyor. Raporun tam başlığı ‘Birlikte Yaşamak, Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek’.

Raporu yazan akademisyenler Feyzi Baban ve Kim Rygiel raporun sonuç bölümünde şöyle diyor: “Türkiye tarihsel olarak göç alan bir ülke olmadığı için, mülteci nüfusları entegre etme konusunda da ancak sınırlı bir deneyime sahip. (…) Şimdi ilk Suriyelilerin gelişinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, bu insanların kayda değer bir kısmının Türkiye’de yaşamaya devam edeceği ve zamanla kalıcı sakin ve yurttaş haline geleceği görülüyor. Yerel yönetimler ve devlet organlarının, diğer kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte, yeni gelenlerin Türkiye toplumuna entegrasyonunu sağlamak için gerekli politikaları geliştirirken koordinasyon içinde çalışması önem taşıyor. Bu gibi politikalar eksik kaldığında ve koordinasyon içinde hareket edilmediğinde, yerli halk ile yeni gelenler arasındaki kutuplaşmanın ve yeni gelenlere karşı düşmanca yaklaşımların artması kaçınılmazdır.”

Mültecilerin yaşadıkları toplumun bir parçası olabilmesi, gerilimin yerini birlikte yaşama anlayışına bırakması için kendilerini ifade edebildikleri, yerli halkla yani bizlerle birlikte olacakları ortamlara kavuşmaları gerek. İşte İKSV’nin raporunda bu sorunu aşmak üzere ortak kültür sanat etkinliklerinin önemi anlatılıyor.

Dünyada pek çok sanat deneyimini inceleyen araştırmacılar, otuz kadar başarılı uygulamayı örnek gösteriyorlar. Mültecilerle ‘ev sahiplerini’ buluşturan, birbirlerini tanımalarını ve ortak yeni bir kültür geliştirmelerini sağlayan etkinlikler… Bu etkinliklerin yaygın ve etkili olabilmesi içinse her düzlemde ‘kültürel çoğulculuğu ve birlikte yaşama biçimlerini’ destekleyecek kültür politikalarının geliştirilmesi lazım.

Nitekim raporda yerel yönetimlerin ve devlet kurumlarının bu doğrultuda politika üretmesi gerektiği vurgulanıyor. Ve tabii kamu kurumlarının bu alana daha fazla kaynak ayırması gerektiği… Üçüncü önemli ayaksa sivil toplum. Bu alanda çalışan STK’ların bir ağ içinde örgütlenmesi önemli. Ama en önemlisi, tüm bu etkinliklerin olabildiğince yerelleşmesi. Yapılan araştırmalara göre aynı apartmandaki, mahalledeki, okuldaki kentteki insanların birlikteliği ‘aidiyet’ ve ‘karşılıklı güven’ duygusunu güçlendiriyor, kalıcı ve etkili sonuçlar doğuruyor.

Baban ve Rygiel öncelikle tüm kültür sanat mekanlarının yeni grupların erişimine açılması gerektiğini söylüyorlar. Özellikle mültecilerin yaşadığı mahallerdeki kültür mekanlarından faydalanılması, ana akım kültüre mesafeli gruplara da ulaşmasını sağlayabilir. Tabii Suriyelilerin tüm bunlardan haberdar olabilmesi için duyuruların Arapça'ya çevrilmesi ve göçmenlerin yoğun yaşadığı yerlerde, kullandıkları medyalarda görünür olmasına dikkat edilmesi de bir başka gereklilik. Türkiye’de az da olsa bu işleri hakkıyla yapan Hamiş, Kırkayak gibi sivil toplum kuruluşları, Güneş Terkol gibi sanatçılar var. Onların tecrübeleri yaygınlaşmayı hak ediyor. Sadece Suriyelilere yönelik etkinlik yapan Pages gibi merkezlerle işbirliği, Suriyeli sanatçılar için sergiler düzenlemek, mülteciler için özel müze ve sanat galerisi ziyareti gibi etkinlikler düzenlemek de bu kültür politikalarına katkı sunacak seçenekler olarak raporda yer alıyor.

Bana göre de kültürel alanların, etkinliklerin sağaltıcı ve özgürlükçü ortamı mülteciler ile yerli halkın buluşması için en ideal seçenek. İKSV de bir kültür kurumu olarak bu alana işaret ediyor ve öneriler geliştiriyor. Ama aslında bu yaklaşımı iş hayatından spora ve eğitime her alana yaymak mümkün.

Suriyeli, Afgan ya da Afrikalı… Yaşadığımız kentler hele ki İstanbul çok kültürlü bir yere dönüşürken biz hala aynı hayatı sürdürmeye çalışıyoruz. Türkiye toplumunda hangi kimliğe sahip olursak olalım, kahir ekseriyetin hali böyle. Oysa artık tek tek Türkiye toplumunun bireyleri olarak kendimizle yüzleşmemizin vakti geldi. Kimliğimizin bir parçası olmuş, içimize işlemiş ön yargıları, bir şapka gibi çıkartıp önümüze koymak kolay iş değil belki ama doğru olan bu.

Biliyorum, en baştaki soruya ‘evet’ diyebilecek çok kişi yok. Ya bir de o soruyu tersinden sorsak: ‘Hiç Türk arkadaşınız var mı?’ İşte bu daha fena. Eminim ki buna ‘evet’ diyebilecek çok az mülteci var bu ülkede. Ve onların yalnızlığı, yalıtılmışlığı akla da vicdana da aykırı. İşte o nedenle bir yerlerden başlamak gerekiyor.

Ama sanatla, ama sanatsız…