Zihin, kalp, ruh, beden bir de Sherlock
Hiçbir şey yolunda gitmediğinde “Tamam iyi değil, olmayacak da ama işte neyse o” diyen bir Sherlock, size de ihtiyacınıza göre el verebilir. Zihniniz, kalbiniz, ruhunuz, bedeniniz, nereniz ağrıyorsa tam da oradan. Yeter ki bedeline hazır olun. Şifa bir şeyler pahasına gelendir.
Sakın o “Kitap okumak yararlıdır”, “Sinema ruhu zenginleştirir” türü bayat sloganlara itibar etmeyiniz. Didaktik öğretiler kadar yararsız bir şey yok aslında. Eğer bir şeyler içimizde yer edecekse, merak, coşku ve aşk uyandırmalı. Bağ kurmamızı sağlamalı. Çarpılmalı, sarsılmalı, kalakalmalıyız. Ötesi yok.
Nemli, boğuk ve yaşadığım mekânla, zamanla kopuk hissettiğim bir dönemde deli gibi kurgu dünyalara tutunmaya çalışmaktan daha doğal ne olabilir. E madem tutkuyla bağlanabiliyorum, paylaşmanın vaktidir. Sherlock dizisinin paralel evrenine ışınlandım epeyidir. Dizi biteli çok olduğundan ve hikâyeye dair konuşmak ister istemez kimi ayrıntıları açık etmeyi gerektirdiğinden, izlemeyenler belki okumamayı tercih edebilir. Ama dipnot olarak eklemek gerekirse, konuyu baştan sona biliyor halimle, bölümleri tekrar izlerken de ürperti hissimi hiç kaybetmiyorum. Tercih size kalsın.
Sherlock dizisi, tarihin en çok uyarlanan efsanevi dedektif hikâyesinin BBC yapımı, güncel bir versiyonu. Malûm çok uyarlanmak demek, senden öncekilerin sorumluluğunu da üstlenmek demek. Son yıllarda sinemada Sherlock’u Rober Downey Jr’ın, arkadaşı Doktor Watson’ı Jude Law’ın canlandırdığı Guy Ritchie’nin yorumunda Birinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere'sinde, insanlığın savaşma güdüsü, devletlerin iktidar hırsından yararlanarak oyun kuran bilim ve iş insanı kisveli kötülük simgesi Moriarty’nin maceralarını izlemiştik. Sherlock üstün zekası, o tuhaf gözlem gücü, sarkastik mizahı, delişmenliği ile öne çıkarken Doktor Watson güvenilir bir dost ve yardımcı olarak bir yandan yeni evlendiği eşi Mary Morstan ile bağımsız bir hayat kurmanın peşinde bir yandan da en az Sherlock kadar macera zevkindeydi.
Arthur Conan Doyle’un 1854 doğumlu, sevilen karakterinin dizi versiyonu daha karanlık. Öncelikle zaman günümüze alınmış. Hal böyle olunca da içine nüfuz edilen dünya bir hayli tanıdık. Londra’da geçen bu çağdaş hikâye, kendi deyimiyle “danışman detektif” Sherlock Holmes ile Afganistan savaşından yaralı ve travmalı dönen doktor-asker John Watson’ın Baker Street 221 B numaralı evde başlayan ev ve hayat arkadaşlığı üzerine kurulu. Dizinin yönetmenleri; Michael Hurst, Rick Jacobson ve Jesse Warn. Yapımcılığı ise aynı zamanda Holmes’un İngiliz gizli servisinde görevli, itibarlı devlet adamı Mycroft’ı da canlandıran Mark Gatiss, Steven Moffat, Beryl Vertue, Rebecca Eaton ve Bethan Jones üstleniyor.
İyi oyunculuk başka şey, kimya oluşturmak başka. Sherlock’a hayat veren Benedict Cumberbatch ile Watson’ı canlandıran Martin Freeman arasındaki kimya, sıradan her ânı büyüleyici kılan bir karışım. İçinde aşk barındıran ve her türlü sınava tâbi tutulan bir dostluk, bir yoldaşlık onlarınki. Sherlock, akıllara durgunluk veren hızı ve zekâsı sebebiyle dünyanın geri kalanını haklı olarak sıkıcı ve aptal bulan bir kişilik. Sivri ve alaycı diliyle tahammül sınırlarını zorlayan, yer yer fazlasıyla kırıcı olabilen Sherlock, bunca zaman tek başına yaşamaya ve çalışmaya alışmışken askeri disipline, sadakate, cesarete sahip ama hayatından kırık dökük kalmış Watson’da ne bulur? Belki ilk başlarda bir şov haline getirdiği cinayeti çözme mekanizması olan ayrıntılardan tüme vardıran çıkarımda bulunma sanatına hayranlık duyacak bir tanık, bir seyirci ihtiyacıdır onunki. Ama Watson, durgun akan dip dalga, tekmesi pek yumuşak attır. Daha ilk vakalarında Sherlock’un davayı çözme ve adrenalin takıntısı uğruna tehlikeye attığı hayatını kurtarır. Hem de katile ateş ederek… Sherlock ilk kez o zaman en az kendisi kadar deli olabilen bir insan görür karşısında.
2010’dan 2017’ye yedi yıllık bir zaman dilimine yayılan dört sezon ve bir buçuk saatlik, film yoğunluğundaki bölümler izleyici olarak bizlerin ana karakterlerin dönüşümüne tanıklık etmemizi sağlıyor. Acıdan, hayal kırıklığından, ihanetten, mutluluk ve kayıptan geçen bütün bu insanların yüzünde yılların izleri beliriyor. O yüzden zaten kurgu gibi hissetmiyoruz ya diziyi; kurgu, aslında kimi zaman hayatta elimizden kaçırdığımız gerçeğe kavuşmak içindir.
KÖTÜNÜN TÜRLERİ
Sherlock’un ilk çözdüğü cinayetler, onu zekâsı ve mahareti kendisine eşdeğer bir kötü olan James ‘Jim’ Moriarty’ye (Andrew Scott) ulaştırır. Örümcek ağı gibi kurduğu suç şebekesi aracılığıyla dünyayı dilediğince yöneten Moriarty, aslında Sherlock’u oyun arkadaşı olarak istemektedir. Bu ölümcül oyun delice bir zekâyı iyiden ve kötüden yana kullanmayı seçmiş iki gücün düellosudur.
Dizi ilerledikçe çağdaş zamanların farklı kötüleriyle tanışırız. Medya patronu kisvesi altında edindiği bilgilerle insanları şantaj tiyatrosunun kuklalarına çeviren Magnussen ya da sahibi olduğu hastanede seri cinayetler işleyen, mevki, servet, ve güç sahibi, “hayırsever” Culverton Smith medya, iş dünyası ve siyasetin kirli yüzünü ifşa eder.
AİLE KİMDİR?
Sezonlar ilerledikçe dünyanın geri kalanının vasatlığına katlanmaya çalışır gözüken Sherlock’un giderek bağ kurmaya başladığını görürüz. Her kahrını çeken, eski bir uyuşturucu satıcısının dul eşi ev sahibesi Bayan Hudson (Una Stubbs), Sherlock’a delicesine âşık, Londra’daki Bartholomew Hastanesi morgunda uzman kayıt memuru Molly Hooper (Louise Braely), polis teşkilatından ona candan bağlı tek insan olan müfettiş Greg Lestrade (Rupert Graves) ve elbette John için endişelenen, cazibesi ve zekâsı ile ilgisini çeken dominant kadın Irene Adler (Lara Pulver) için fikri takip yapan derinliğiyle tanışırız.
Sherlock için insanlar, ilişkiler, hele de aile çok ikircikli bir konudur. Çıkarımda bulunma sanatının bir diğer pîri olan ağabeyi, İngiliz hükümeti ve gizli servis sorumlusu Mycroft ile sürekli didişen Sherlock, alternatif bir ailenin mümkün olduğunu görür sanki. Son ‘kötü’nin aileden çıkması ise bu açıdan çok anlamlıdır. Mycroft ve Sherlock’tan bile zeki, ancak bu dahi beynin içine hapsolmuş, dışlandıkça çıldırmış ve Mycroft tarafından Sherrinford isminde ıssız bir adanın üzerindeki cehennemden hallice kaleye kapatılmış kız kardeş Eurus (Sian Brooke) kötülüğe yepyeni tanımlar getirecektir.
DUYGUSAL BAĞLAM...
Artık hepimiz bilimsel çıkarımların tek başına yeterli olmadığı o noktaya gelip dayanırız. Mistik, batıl, mantık dışı diye küçümsenemeyecek olan kalp coğrafyasına. Bir ayrıntı canavarı olan Sherlock; zekâsı, kılıktan kılığa girme kabiliyeti ve iknâ gücüyle bütün hapishaneyi denetimi altına alan Eurus karşısında, hayatının en zor vakalarından biriyle karşı karşıya kalır.
Laboratuvar faresine dönüşen Sherlock, Mycroft ve John; Eurus’un kurduğu testlere maruz kalırken en büyük zaaflarından sınanırlar. Burası öğretilmiş ahlâkın iflas ettiği yerdir. Kararların bedelleri vardır. Gerilim Sherlock’un Mycroft ya da John arasından birinden birini öldürmek açısından tercihte bulunmak ya da dairesine patlayıcı yerleştirilmiş Molly Hooper’ı telefonda “Seni seviyorum” demeye ikna etmek zorunda kalmasıyla tırmanır. Hayatı bir oyun olarak gören, üst üste dört seri cinayet işlendiğinde “Noel geldi!” diye şükür nidaları atan bir adam, zekânın bir başına yetmediği düzeneklerle karşılaştığında ne yapacaktır?
Zekâ daha önce de yetmemiştir. Hemşire olarak klinikte çalışan ama geçmişinde ajan kimliğiyle var olmuş, John’un eşi Mary Morstan (Amanda Abbington) bu kimliğin açığa çıkmaması ve John’a aşkı pahasına Sherlock’a ateş etmeyi göze almış, Sherlock’sa Mary’nin geçmişini kabullenmekten öte takdir etmeyi, onunla John’un eşi olma vasfı dışında ilişki kurmayı bilmiştir. Sherlock, korumaya and içtiği Mary’nin, onun hayatının kurtarmak için kendini merminin önüne atıp ölmesi üzerine can dostu John’la da sınavların en büyüğünü verecektir.
Bir zamanlar oyun kurmak adına kendi ölümünü sahneleyen, John’a iki yıl yas yaşatan Sherlock, ölümün, hele de intiharın, kıyılan canın aslında başkalarından alınan bir şey olduğunu; hayatın, canın bir başına insanın kendisine ait olmadığını idrak ettiği an Eurus’un “Duygusal bağlam Sherlock, her seferinde senin canına okuyor” dediği zaafını alt etmeyi başarır.
Bu aynı zamanda “İyi ve kötü birer peri masalıdır. Hayvanın sağ kalma stratejisinden öte olmayan bir şeye zamanla duygusal anlam atfettik. İyi gerçekten iyi değildir, kötü her zaman yanlış değildir” düsturuyla ahlâki bütün yargılardan azade hareket eden ama aslında içi ölülerle dolu bir uçağı düşmeden yere indirmeye çalışan, çok korkmuş küçük bir kız olan Eurus’u çözdüğü, dahası onunla da bağ kurabildiği andır.
“Hatıralar yeniden su yüzüne çıkabilir. Yaralar yeniden açılabilir. Yürüdüğümüz yolların altında iblisler var. Ve senin iblisin çok uzun zamandır bekliyordu” diyen Mycroft’un aksine Sherlock iblisi değil, iblisin içindeki yapayalnız insanı görür.
Hiçbir şey yolunda gitmediğinde “Tamam iyi değil, olmayacak da ama işte neyse o” diyen bir Sherlock, size de ihtiyacınıza göre el verebilir. Zihniniz, kalbiniz, ruhunuz, bedeniniz, nereniz ağrıyorsa tam da oradan. Yeter ki bedeline hazır olun. Şifa bir şeyler pahasına gelendir.