Kent kokusu
Bir süredir kentle, kentte yaşamakla derdim. Bir insanı bir kente bağlayan, orayı vazgeçilemez kılan nedir diye düşünüp duruyorum. Kokusu olabilir mi mesela? O koku, yaşantımızın unutulmaz veya kah unutulmasın, kah unutulsun diye debelendiğimiz anlarını taşıyorsa bilincimize, belki de kente göbekten bağlıyordur bizi. Olamaz mı?
Yıllar önce bir dostum bana seyahat ettiği kentleri, sokakların kokusuyla belleğine kaydettiğini söylemişti. İlk kez ondan duymuştum “kent kokusu” denilen şeyi. Sonradan düşündüğümde hak verdim ona. Kentlerin kendilerine özgü, onları diğerlerinden ayıran kokuları vardı hakikaten. Bazı kentler, sabah saatlerinde özellikle buram buram sıcak ekmek kokardı. Bazı kentler, şekerli tarçınla kavrulmuş badem... Bazıları kesif biçimde vanilya... Gördüğüm kentlerin bazıları pamuk şeker kokuyordu. Bir Akdeniz kentini evlerin açık pencerelerinden yayılan sirke ve sarımsakla pişen domatesin baskın kokusuyla anımsıyordum. Dostum haklıydı. Bazı kentlerin kokusunun sabahtan akşama değiştiğini düşündüm. Akşamları meyhanelerden yayılan sarımsak, kızarmış patates, midye tava ve anason kokusuna bürünen kentler, sabahları sıcak simit, kavrulmuş susam, çay kokardı. Yazın, yanan mangalınkine közlenmiş mısır kokusunun karıştığı, hemen yanı başındaki kaynamış mısırın sütlü kokusunun görünmez helezonlar çizerek sokak aralarına yayıldığı kentler, kışın sokaklarda patlatılan mısırın, kavrulan kestanenin kokusuna teslim olurdu. Bacalardan tüten kömür dumanının isli yapış yapış kokusu ile yarışırdı bunlar. Ama her koku böyle ad verilebilir türden olmazdı. Öylesine bir kokusu vardı çoğu kentin. Otobüsten veya trenden indiğinizde perona ayak basar basmaz burnunuza çarpan bir “Ankara kokusu” vardı örneğin. Bir sürü şeyin karması, ayırt edilemez ama o kenti zihninize bir anı olarak kazıyacak belli belirsiz bir koku. Kent kokusu...
Bir süredir kentle, kentte yaşamakla derdim. Bir insanı bir kente bağlayan, orayı vazgeçilemez kılan nedir diye düşünüp duruyorum. Kokusu olabilir mi mesela? O koku, yaşantımızın unutulmaz veya kah unutulmasın, kah unutulsun diye debelendiğimiz anlarını taşıyorsa bilincimize, belki de kente göbekten bağlıyordur bizi. Olamaz mı? Bilemem. Bildiğim yıllardır kentli olduğum; en çok da Ankaralıyım elbette. Ankara’nın kokusunun hep aynı kaldığını sanmıyorum. Çocukluğumun Ankarası şimdikinden öylesine farklıydı ki kentin kokusu da değişmiştir elbette. Örneğin, fırınlar azaldıkça ekmek kokulu sabahlar yok oldu. Pencerelerinden patlıcan, biber kızartması kokusu yayılan üç katlı apartmanlar yerlerini çok katlı binalara bıraktıkça çekildi hayatımızdan. Artık egzoz kokuyor caddeler. Sokaklar çürümüş kavun, karpuz kabuğu kokuyor. Rögarlardan lağım kokusu salınıyor üstümüze. Bu kokuşmuşluk, kentle birlikte anılarımızı boğuyor.
Eskiden yaz yağmurlarını çok severdim. Bozkırın sıcak güneşinin kurutup çoraklaştırdığı, tozlaştırdığı toprağa düşen ilk damlalarla binbir otun, deve dikeninin, tohumun tazeliğe hasret kokusu Ankara sokaklarını sarıverirdi. Bu kokuyu sevmeyen var mıdır? Oysa şimdi, berbat ettiğimiz doğanın bizden öcünü alırcasına üzerimize boca ettiği yağmurlarla toprak kokmaya zaman bulamıyor, kentimizin alt geçitlerini basan pis sularla sürüklenip vıcık vıcık bataklık kokulu çamurlara dönüşüp kalıyor.
Çocukluğumun Ankarasını severdim, çok severdim. Kent sokakları misafirperverdi. “Sokağa çıkmak” her Ankaralı çocuğun yaz günleri iple çektiği bir faaliyetti. Zorla yatırıldığımız öğle uykularından sonra akşam yemeğine kadar sokak bizimdi. Duvar üstlerinde oturup konuşur, ilk aşklarımızı kıkırdayarak anlatırdık birbirimize. Bisiklete binerdik; yakan top, istop, seksek oynardık. İp atlardık. Okulumuz iki sokak aşağıda, mahalle bakkalı, kasap, manav, fırın yan yana. Mahallemizin manifaturacısı, onun yanında mobilyacısı, az ileride kitapçı-kırtasiyeci. Biraz daha yürü açık hava sineması. Köşeyi dön balkonlu, localı sinema salonu. Her hafta kurulan pazar. Sokak her ihtiyacımıza cevap veriyordu. AVM kültürü sonradan girdi hayatlarımıza. Sokağın da, kentin de “büyüsü bozuldu”.
Ankara’dan, başka bir yerde yaşamak üzere dört kez ayrıldım. Üçüncü ayrılık en uzunuydu, beş yıl sürdü. Döndüğümde bulduğum Ankara’yı tanımıyordum artık. Hâlâ alışamadığım yeni Ankara’da sokaklar misafirperverliğini yitirmişti. Sokak tekinsizdi. Soğuktu. Gri taşlardan başka hiçbir şey göremiyordum. İnsanların bütün alışkanlıkları değişmişti sanki. Erkekler horozlanarak, yengeçler gibi yampiri yürüyordu. Sokaklar işgal edilmişti, erillik taşıyordu her yerden. Kadınlar sanki daha sakıngandı; varlıklarıyla kimseyi rahatsız etmemek için kendilerini sımsıkı sarındıkları görünür görünmez örtülerin arkasına saklıyorlardı. Kimse kimseyi görmüyordu. Gölge oyunundaki gibi, yarı şeffaf perdeye imgeleri düşen, ancak o perdede görünür olabilen kuklalardık sanki. İnsanların gözleri kendi içlerine dönmüştü. Sokak artık hep boştu. Her birinin tepesinde yalnızlığın kapkara bulutları, kalabalıkları fark etmeden sokaktaydı insanlar. Kimse bir diğerine değmiyordu. Sokak aracılıktan vazgeçmişti. Sokakları yitirmiştik Ankara’da. Olan buydu. Artık bu kent bizim değildi, insanı öğüten bir dişliye dönüşmüştü. Boğucuydu, şimdi daha da boğucu.
Kentin yeni bir estetiği var şimdi. Yeni bölüşüm ilişkileri, bu estetiği yaratıyor. Sevilay Çelenk dünkü yazısında bu yeni estetiğin simgelerini çok güzel anlatmış. Bu simgelerde açığa çıkan estetik, duyulabilir nesnelerin yeni bir tarzda bölüşüldüğünü gösteriyor. Bölüşüm meselesi ise hiç kuşkusuz politiktir. Yeni estetiğe, onun yayılan, kuşatan, işgal eden simgelerine direnmek yeni bölüşüm ilişkileri talep etmektir. Kenti özellikle kalabalık yoksullar için yaşanmaz kılan, betona teslim edilmiş insansız sokaklar yaratan, çürümüş bataklık kokusunu kentlerin tek kokusuna dönüştüren bu yeni bölüşüm estetiğiyle ne pahasına olursa olsun mücadele etmek lazım. Meydanları yok edilmiş, sokaklarından direniş kovulmuş, parkları bile betona teslim edilmiş, yoksulları dışlarken yoksunluğa mecbur bırakılmış kentleri farklı bir estetikle yeniden talep etmeliyiz. Kentlerimizi, çocukluğumuzu simgeleyen o ayrıksı kokularıyla geri almak değil mesele. Eşitlikçi bir bölüşümün estetiğiyle yeniden inşa edilmiş daha özgür, daha yaşanılır, daha az beton kentler...