Yeni bir evin uğultusu
Sırtını dönmenin bir nedeni de bu mu acaba? Ölüm yokmuş gibi davranmak... Oysa ölüm yoksa bile ölmek diye bir şey var!
Sözcüklerin, sıfatın, vurgunun yerini değiştirip duruyorum ama bir türlü dize olmuyor. Son hali şöyle: “Nîne mezintir derfetek ji şibakeke vekirî.” (“Açık bir pencereden daha büyük bir imkân yoktur” veya “yok daha büyük bir imkân açık bir pencereden” vd.) Ama çok tumturaklı, hamasî, yalnızca Altan Tan’ın beğendiği Ziya Paşa’nın o bomboş dizelerine benziyor. Oysa açık pencere, en az Sezai Karakoç’un o muhteşem “balkon”u kadar tehlikeli değil mi? Eğer balkon “ölümün cesur körfezi” ise açık pencere ölümün sonsuz denizi sayılsa yeridir. Yok ama, dize olmuyor bir türlü. Mayakovski’nin dediği gibi bir dizeyi 12 değişik şekilde yazmalıyım, belki dize olur!
Ankara’ya öğrenci olarak gittiğimin ilk haftası Zafer Çarşısı'ndaki Dost Kitabevi'nden ince ve ucuz bir kitap almıştım; sağ taraftan, verniği çekilmiş dördüncü raftan. Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yazılır?” adlı bu kitabı, hayatıma iki varlığın doluşmasına neden olacaktı: 1. Şiir, 2. Mayakovski. Şiirin bir varlık olduğunu tartışmaya hazırım. Hadi bir var olma türü diyeyim de uzlaşımsal olsun, ama Mayakovski varlığın ötesindeydi. Genellikle bir pencerenin önündeydi. Ne diyordu mesela “Pantolonlu Bulut”un bir yerinde: “İşte böylece çok iriyarı dayanıyorum pencereye / Alnım eritiyor camları.” 1.89’du şair, bu yüzden “böyle bir gövdeye nereden gelir büyük bir aşk? / Bir sevgiceğiz olacak besbelli, akıllı uslu, mini minnacık” diyordu.
Çocuklarımızın kanı üstünde yüzdürülen geminin battığı şu günlerde Mayakovski’nin Türkçesini sadece Sait Maden’den okumalıyız. O çeviride çünkü Mayakovski pencerenin önünde durur. Çünkü eskiden insanlar pencerenin önünde dururlardı. Eskiden oturma düzeni pencereye doğru olurdu. O pencereden bir ses gelirdi, o pencerenin camları öfkeli dipçiklerle kırılırdı, o pencereden başka bir pencereye bakılırdı, o pencerenin baktığı ufuktan çok özlenen birinin geldiği görülürdü. Şimdi oturma düzeni TV’ye doğru. Pencere sırt çevrilen bir şeye döndü.
Açık o ve açık olması büyük bir imkân. Yalnızca bakmak için değil, Karakoç’un balkonu gibi ölüm için de bir dehliz o. Sırtını dönmenin bir nedeni de bu mu acaba? Ölüm yokmuş gibi davranmak... Oysa ölüm yoksa bile ölmek diye bir şey var!
Mallarmé okumalarından mı, Valéry okumalarından mı, ikisinin okumalarından mı, yoksa bütün okumalarımdan mı çıkardığım bir sonuçtu: “Ne bireserê, bandora bireser li dor xwe direşîne binivîse!” (Nesneyi değil, nesnenin etrafına yaydığı etkiyi yaz!) Pencere bir nesne, açık pencere içine/içinden doğru bir nesne.
Yeni evimde yüzüm ona dönük oturuyorum. Bir türlü kapatamıyorum. İlk elde birbirinin arkasına dizilmiş iki park ve bir site bahçesine bakıyor, ama aslında her şeye bakıyor. Bana 1997’de yazdığım bir şiiri hatırlatıyor:
yeni bir evin uğultusune kadar da hazırmışım semtini unutmaya
orada ezgin bir kelam olduğun iftira
değildi! etimle yamadım tanıdığım iskeletleri
ayaklarını bitirdiğim herkes yürüdü,
gitti. ah, nasıl da güçtür ağaçların arkasından
bakmak! avurtlarında kararan yapraklarla
ah sırt, başkasının en gereksiz yeridir
şimdi burada yolunmuş bir gökyüzü. ay,
yarımay. çamaşır ipi ve balkon. üç
geçişimli hali maddenin. gülerdim bir anlamı
olsa. eşyaların tanımsız olduğu büyük körlükte
benzeyeceğim 2+L salon evime. 2+L
peki boynunu kır muslukların
her yerden gece sızıyor. bak
böyle ayrı cepheler oldukça, evler
içine çekilecek. eskil ağrılar
taşacaktır hangi yüzümü kazırsan
kalkar bir sözcük ezberlerim
yoksa. içinde çürümek için