2001 krizinde İslamcılar ne yaptı?
Muhaletefin, Erdoğan iktidarına yönelik olarak, bir zamanlar iktidara gelmek için şimdi direniyormuş gibi göründüğü emperyalizmle işbirliği yapma konusunda hiçbir rahatsızlık hissetmediğini, ülkesini emperyalizmin finansal sömürüsüne sonuna kadar açtığını ortaya koyması gerek. Kendi bölgesinde hegemonya arayışı başarısızlığa uğramış, sebep olduğu diplomatik başarısızlığı anti-emperyalizm olarak sunan ve ne 2001 krizi sırasında ne de sonrasında bir kez olsun o döneme ilişkin herhangi bir uluslararası operasyondan, dış güçlerden bahsetmeden, krizin getirdiği fırsatın üzerine konmuş olanların, şimdi yana yakıla Türkiye’ye operasyon çekildiği ve hep birlikte hareket etme çağrısında bulunmasının bir anlam ve değeri bulunmuyor.
AKP siyasetinin en başarılı olduğu alanlardan ve iktidarda kalış süresini uzatan unsurlardan biri her türden krizi büyük bir fırsata çevirebilme kapasitesi oldu. Aslında bu süreç, 2001 ekonomik ve siyasal kriziyle başladı ve Erdoğan neredeyse her krizi giderek daha da etkili bir şekilde iktidarını güçlendirmek için kullanmaya başladı. İktidar, bazılarını kendisinin yarattığı sorunlarla başetmekte zorlandıkça, birisi artık alışılageldik dış güçler söylemi, diğeri ise daha alışıldık olan muhalif kesimleri suçlu ve sorumlu gösterme yoluna gitti. Dolardaki hızlı yükseliş ve istikrarsız iniş çıkış da bu şekilde ABD’nın Türkiye üzerindeki operasyonu olarak sunuldu ve muhalif kesimler bundan memnun olmakla, hatta bunun parçası olmakla suçlandı. Erdoğan son konuşmasında, şu anki krizi, 1994 ve 2001 krizinden ayrıştırarak 2001’deki pozisyonunu meşrulaştırmaya çalışırken, yaşanmakta olan kriz ortamının doğrudan kendisini değil Türkiye’yi hedef aldığını söyleyerek kitlesel bir mobilizasyonu hedefliyor.
Bu yazıda Erdoğan’ın ve İslamcıların 2001 krizi içindeki tutumuna bakıp, siyasal söylemlerinin nasıl duruma göre kendilerine uygun hale getirdikleri üzerinde duracağım.
2001 KRİZİNİN NİTELİĞİ
Uzatmadan söylemek gerekirse eğer yakın dönemde Türkiye’de bir iktidara yönelik ekonomik ve siyasal operasyon söz konusu olduysa, bu 2001’de Ecevit’in başbakanlığındaki hükümete yönelik olarak gerçekleşti. ABD’nin önceden planlamış olduğu Irak işgali sırasında, geçmişte Saddam’ı ziyaret etmiş, yaş ve sağlık itibariyle siyasal bir geleceği bulunmayan ve işini zorlaştırma ihtimali olan Ecevit’le çalışmak istemediği açıktı.
Anayasa kitapçığının fırlatılması gibi sudan bir bahaneyle patlak veren ve Türkiye’nin akut olarak yaşadığı bu en derin ekonomik krizden daha önemlisi, bir iktidar partisinden içinde bakanların da bulunduğu 60’a yakın milletvekilinin istifa etmesi, partinin bölünerek yeni bir partinin kurulmasıydı. Sonuçta Ecevit’in o dönemdeki basiretsizliğinin ve çaresizliğinin de bir sonucu olarak kendisinin ve partisinin siyasi hayatı sona erdi ve AKP iktidarına giden yol açıldı. Şu sıralar birlik çağrısı yapan Erdoğan yönetiminin ve ona yakın bazı isimlerin bu ağır ekonomik koşullar altında neler söylediğine ve yaptığına bakmakta yarar var.
EKONOMİK KRİZ VARKEN PARTİ KURMAK
Anayasa kitapçığıyla patlak veren krizin yaşandığı günden itibaren doların hızla artışa geçtiği 23 Şubat'ta 691 bin liradan 1.078 bin liraya çıktığı biliniyor. Doların daha üst seviyeye çıktığı ve 1.489 bin lira olduğu Temmuz ayında Erdoğan’ın eski İstanbul belediye başkanı olarak Amerikan büyükelçiliğinde 4 Temmuz Bağımsızlık Günü kokteyline katıldığı, doların biraz daha yükseldiği 14 Ağustos günü ise Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurduğu görülüyor. Dahası Erdoğan AKP Genel Başkanı olarak 8 Ekim 2001’de Kayseri’de gazetecilerle yaptığı toplantıda ekonomik ve siyasal krizden söz ediyor, ülkenin itibar kaybettiğini söylüyor, krizin nedeninin ise kötü yönetim, çözümün ise erken seçim olduğunu vurguluyordu. Başta Yeni Şafak ve Yeni Akit gibi gazeteler de İslamcı siyasetin önünü açacağını farkettikleri için olsa gerek uluslararası operasyon, dış güçler gibi söylemlere başvurmaktan kaçınıyor ve krizin faturasını Ecevit hükümetine kesmeyi tercih ediyorlardı. AKP’li bakan Ömer Çelik Türkiye’yi krize götüren sebebin siyasal modelsizlik olduğunu savunuyor ve durumu “yönetemeyen demokrasi” olarak tanımlıyordu. O dönemde son derece açık siyasal ve ekonomik tabloya rağmen İslamcı çevrelerde nedense hiçbir uluslararası bağlamdan söz etmiyor, yaşanan krizi doğrudan hükümetin beceriksizliğine bağlıyorlardı. Yine, hiçbir şekilde dayanışma, yerlilik, millilik söylemi, direnme, Türkiye’ye operasyon iması bile yer almıyordu.
KRİZ VARKEN ABD’YE GİTMEK
Krizin etkilerinin devam ettiği ve dolar kurunun 1.400 bin civarında seyrettiği Ocak 2002 içindeyse Erdoğan ABD’ye gitmeyi ve Amerikan sisteminin önde gelen isimleriyle görüşme ve temaslarda bulunmayı tercih etti. Bu ziyaretinde Erdoğan önemli düşünce kuruluşlarından biri olan Center for Strategic and International Studies’te bir konuşma yaparak Amerikan karşıtlığı içinde olmayacağını, serbest piyasa ekonomisini benimseyecekleri konusunda ABD’deki etkili çevrelere güvence veriyordu. Hatta bu ziyarette, Erdoğan’ın bir dönem Türkiye kamuoyunda da daha yakından tanınan neoconların önde gelen isimlerinden Richard Perle ile de görüştüğü biliniyor. Şu anki koşullarda herhangi bir muhalefet parti liderinin ya da önde gelen isminin ABD’li yetkililerle görüşmeler yapması durumunda, Erdoğan’ın kendisi ve medyası tarafından nasıl hain ilan edileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
MUHALEFETİN POZİSYONU
İlginç bir şekilde muhalefet ve özellikle ana muhalefet sanki 2001’deki Ecevit hükümeti gibi kendisi de krize batmış bir görüntü veriyor. Erdoğan yönetiminin ABD ve özellikle Trump yönetimiyle ilişkisinin dinamiklerini deşifre edip bir şekilde kamuoyuna duyurmak yerine, bir yandan ABD’ye karşı Erdoğan’ın yanında durduğunu söyleyip öte yandan kötü yönetimden bahsediyor ki bu siyasetin bir anlamı da faydası da yok. Bu iktidar darbeye karşı Yenikapı mitingine katılan CHP’yi çok rahat FETÖ’yle işbirliğiyle suçlayabildi. O yüzden CHP ne yaparsa yapsın, tıpkı 15 Temmuz olayında olduğu gibi zaten ABD’yle işbirliği yapmakla suçlanacak, Erdoğan yönetimi sorumluluğu üzerinden atmanın yollarını arayacak. Yine muhalefet Erdoğan ve AKP’nin içeriksiz ve konjonktürel Amerikan karşıtlığına katılmak zorunda olmadığını, bir AKP ucubesi olan, bir yandan neoliberal politikaları sürdürürken “anti-emperyalist” olunamayacağını kamuoyuna anlatabilmeliydi. Sonuçta ABD ve Trump yönetimiyle rahip konusunda anlaşma olsaydı ve işler iyi gitseydi pekala Türkiye değerli bir ABD müttefiki olarak tanımlanacak, Erdoğan Trump’ın taktir ettiği bir dünya lideri olarak sunulacaktı. AKP’nin ve Erdoğan’ın Amerikan karşıtlığı, İran ve Venezüla tipi ideolojik karşıtlıktan kaynaklanan yapısal bir direniş modelinden değil, bir kısmı bu iktidarın siyaset yapma biçiminden kaynaklanan sorunlarla başetmekte zorlanmasından ve kendisini köşeye sıkıştırmasından kaynaklanıyor.
Muhaletefin, Erdoğan iktidarına yönelik olarak, bir zamanlar iktidara gelmek için şimdi direniyormuş gibi göründüğü emperyalizmle işbirliği yapma konusunda hiçbir rahatsızlık hissetmediğini, ülkesini emperyalizmin finansal sömürüsüne sonuna kadar açtığını ortaya koyması gerek. Kendi bölgesinde hegemonya arayışı başarısızlığa uğramış, sebep olduğu diplomatik başarısızlığı anti-emperyalizm olarak sunan ve ne 2001 krizi sırasında ne de sonrasında bir kez olsun o döneme ilişkin herhangi bir uluslararası operasyondan, dış güçlerden bahsetmeden, krizin getirdiği fırsatın üzerine konmuş olanların, şimdi yana yakıla Türkiye’ye operasyon çekildiği ve hep birlikte hareket etme çağrısında bulunmasının bir anlam ve değeri bulunmuyor.