YAZARLAR

Erdoğan kimin için Allah'ın bir lütfu?

Türkiye bugün 'tek adam siyaseti' ile yönetiliyor olabilir, fakat bunun bir 'tek adam iktidarı' olduğunu söylemek pek gerçekçi değil. 24 Haziran seçimleri ile birleşen ekonomik kriz, demokrasi adına beklenen en küçük adımları bile sermaye sahiplerinin ajandasından tamamen sildi. Karşımızda ekonomik ayrıcalıklarını kaybetmektense siyasi çıkarlarından feragat eden mali sermayenin ve büyük sanayi patronlarının ön saflara dizildiği; tüccar-inşaatçı güruhun çeperinde yer aldığı, eş-dost, yandaş, vurguncu ekibin eteklerine yapıştığı bir iktidar aygıtı yükseliyor.

Hegel; felsefe bir şeyi gri üstüne griyle yazıyorsa, yaşamdaki bir görünüş artık eskimiş demektir ve böyle yazmakla yenilenmez, yalnızca kavranılır kılar kendini der. Marx ise, 'anayasa darbesi' sonucunda ulusun iradesinin bir korsanın bencilliğinde tecelli edişi olarak gördüğü Louis Bonapart dönemi için kullanır bu ifadeyi: "Tarihte gri olan bir dönem varsa, o bu dönemdir."

Gökyüzünde şakırdayan şimşekler misali politika sahnesine düşen her bir olay henüz anlaşılır olmadan bir yenisinin büyük gürültüyle ardından geldiği, nedenlerle sonuçların yer değiştirdiği, huzur ve sükun adına kurulmuş hoyrat bir tezgahta dokunan aynı gerilimlerin sürekli birikip birikip aniden boşalmasıyla yorgun düşmüş zamanları yaşıyor Türkiye de. İşte bu dönem de bir renge boyanacaksa eğer, o kesinlikle gri olurdu.

Zira, Erdoğan; şahsında topladığı millet iradesi adına, kimseye başkaca bir açıklama ve düşünme tarzı bırakmaksızın olan biteni aynı mottoyla tanımlıyor: Gezi darbesi girişimi, Kilis'e atılan füzelerle darbe girişimi, Kobani bahanesi ile darbe girişimi, paralel yapı darbe girişimi ve nihayetinde döviz kuru darbe girişimi...

Sürekli tek hadiseli bir tarih yazma peşinde Erdoğan. Bugüne kadar siyaseten başarılı olduğunu da söylemek lazım. Nitekim bu retorik, sadece hasımlarını köşeye sıkıştırmanın kullanışlı bir aracı olmadı. Aynı zamanda "Allah'ın birer lütfu" olarak, arzuladığı siyasi rejimin yolunu tıkayan engelleri yıkmak için 'yasal koçbaşları'nı da sundu ona. Ne var ki; ekonomik krizi, 'döziv kuru darbesi girişimi'yle açıklamak bu sefer benzer faydayı sağlamayabilir. Ekonomide yaratacağı grilik, olan biteni gizlemeye değil, bizatihi daha da görünür kılmaya yol açabilir.

Çünkü krizler, her şeyi alt üst ederken çıplak bir gerçeği asla gizleyememe kusuruyla malüldür. Tıpkı vücudun marazlarının kaynağının en net hastalık anında belli olması gibi, kriz sürecinin sonunda da öyle veya böyle kimlerin kazanıp kimlerin kaybettiği tabelaya muhakkak yazılır.

Bu bakımdan Berat Albayrak'ın 'yeni ekonomik modeli'ni sunduğu toplantı son derece çarpıcıydı. Sunumu ön sırada neşeyle dinleyen patronların ve bankacıların oluşturduğu fotoğraf ve bu toplantının ardından Güler Sabancı ile Akbank ve İş Bankası Genel Müdürleri'nin açıklamaları; basitçe iktidara desteğe veya siyasi biada tekabül etmiyordu. Başkanlık rejiminin tek adamın şahsında cisimleşen koalisyonunu ele veriyordu aslında. Bir korku fotoğrafı değildi, aksine bir iktidar tablosuydu.

Nasıl mı?

Toplantının hemen ardından atılan adımları hatırlayalım. Hâlâ krizin olup olmadığının resmen kabul dahi edilmediği süreçte; SPK'nın şirketlerin durumu ile ilgili haber ve yorumları soruşturacağı, inşaatçılara yeniden canlandırılacak Emlak Bankası, ihracatçılara Eximbank, KOBİ'lere KOSGEB üzerinden kaynak aktarım mekanizmaları kurulacağı, bankaları rahatlatan çeşitli kısıtlamaların kaldırıldığı açıklandı. Üstelik bütün bunlar Erdoğan'ın meydanlarda ilan ettiği 'büyük taarruzun' hücum borusu eşliğinde yapıldı. Gerekçe olarak da doların dizginlenmesi gösterildi. Ne oldu, dolar düştü mü? Üç beş iPhone kırmakla ithalata bağımlılık azaldı mı? Borçlar için bulunmak zorunda olan yıllık 240 milyar dolar buharlaştı mı? Elbette hayır. Peki bu adımlar hangi komploya karşı, kimin için atıldı?

CEPHEYE SÜRÜLENLER... KARARGAHTA KORUNANLAR...

Bayburt'ta, Rize'de, Trabzon'da asla diz çökmeyeceğini haykırdığı uluslararası mali sermayeye, ABD'ye karşı çıkan cesur Erdoğan; kendi ülkesinde işçi atan fabrikaya, vatandaşı kredi borcu için sıkıştıran bankaya, kıdem tazminatını gasp eden işletmeye 'dur' diyemiyor mu? Kendi çiftçisi ektiği pamuğu satamazken ABD'den ithal edilen tonlarca pamuğu yasaklayamıyor mu? Sebzeyi meyveyi gasp edercesine ucuza kapatıp markette vurgun vuran tüccara, ücretler yarı yarıya eridiği halde her hafta temel gıdalara zam yapan toptancıya ses çıkaramıyor mu?

Aynı gemi metaforuna hiç girmeyelim, gelin Albayrak'ın sunumunu avuçları patlarcasına alkışlayanlara yeniden dönelim. Onların kimliği, 'ekonomik savaşta' cepheye sürülenlerle karargahta korunanları ele veriyor...

BDDK'nın resmi verilerine göre, Türkiye'de 52 banka faaliyet yürütüyor. Bunların ikisi TMSF'nin bünyesinde. 13 tane kalkınma ve yatırım bankası var. En büyük 4 tanesi yabancı. 32 tane de mevduat toplama yetkisine sahip banka bulunuyor. Kaç tanesi tamamen yerlilerin kontrolünde biliyor musunuz? Üç kamu bankası ile İş Bankası ve Akbank. O iki özel bankanın da yüzde 49'u borsaya açık ve hisselerin ne kadarının yabancılarda olduğunu bilmiyoruz. Kalan 27 bankanın içinde ING, Citibank, HSBC gibi yüzde yüz yabancı hisseli ve isimli olanları geçelim. Adı Türkçe olanlardan TEB'in yüzde 44'ü BNPP'nin, Şekerbank'ın yüzde 20'ye yakını Kazakistan Devlet Fonu'nun. Garanti'nin yüzde 49.85'i İspanyolların, genel müdürü "Türkiye 7 düvele karşı Kurtuluş Savaşı verdi, bu sıkıntıları çok daha rahat aşarız" diyen Denizbank'ın yüzde 99'u Rusların. Koç'un bildiğimiz ve TMSF eliyle verilen Yapı Kredi'nin de yarısı İtalyanların. Uzatmayalım. Türkiye’de bankacılık sektörünün yüzde 47’si şu anda yabancıların elinde. 2001 krizinde bu oran sadece yüzde 15'lerdeydi.

GRİ ALAN

Bakanın toplantısına katılanlar işte bunlardı. Dolarla dışarıdan borçlanıp, faizle bol keseden içeride şirketlere dağıtanlar da bunlardı. Vatandaşa konut, tüketici, otomobil kredisi verenler de öyle. Köprülere, otoyollara, havalimanlarına, enerji santrallerine Hazine hamiliğinde kredi açanlar da. Paranın bol olduğu dönemde refahın kaymağını yiyenler de, 'biz batarsak hepiniz batarsınız' diye ilk sıçrayanlar da. Ve işte kriz derinleşirken can simitlerini de önce kendilerine ayırdılar. Sonra sırayla sanayiciler, inşaatçılar, tüccarlar... Eğer ortada bir gemi varsa filikalar çoktan doldu yani. Öyleyse Erdoğan kime meydan okuyor? Ortada ekonomik bir saldırı varsa; sadece bankacılar, sanayiciler, inşaatçılar mı yara alıyor bundan? Vatandaşın payına sadece 'bayrak ve ezan' mı düşüyor? İktidarın yaratmaya çalıştığı gri alan tam da burası.

Türkiye bugün 'tek adam siyaseti' ile yönetiliyor olabilir, fakat bunun bir 'tek adam iktidarı' olduğunu söylemek pek gerçekçi değil. 24 Haziran seçimleri ile birleşen ekonomik kriz, demokrasi adına beklenen en küçük adımları bile sermaye sahiplerinin ajandasından tamamen sildi. Karşımızda ekonomik ayrıcalıklarını kaybetmektense siyasi çıkarlarından feragat eden mali sermayenin ve büyük sanayi patronlarının ön saflara dizildiği; tüccar-inşaatçı güruhun çeperinde yer aldığı, eş-dost, yandaş, vurguncu ekibin eteklerine yapıştığı bir iktidar aygıtı yükseliyor. Krizde yara almaktan korkan tüm bu kesimlerin iradesi artık tek adamın iradesiyle özdeş.

Dünyada da ticaret savaşının kızıştığı, ekonomik düzenin sarsılmaya başlayacağının işaretlerinin yoğunlaştığı bir zamanda, yüzde 10'un çıkarını korumak adına yüzde 90'a 'askerlik celbi' çıkarabilme kudretine sahip bir Erdoğan, onlar için de Allah'ın bir lütfu çünkü.