Ailenin ve ülkenin 'dış' düşmanları
Yüksek çitler ve duvarlar arkasındaki lüks malikanede, karısı ve üç çocuğunu “korumaya” alan baba ve onunla tam bir işbirliği içindeki anne, işi öyle abartıyorlar ki, tehlikeli ve düşman “dış dünyanın” çocuklarına belki de hiçbir zaman yaşatmayacağı kötülükleri bizzat kendileri yaşatıyorlar. Elbette adım adım geliyor kötülük.
Türkiye toplumu yaşadığı birçok güncel olayı ve durumu, bu yaşananlar tıpkı bir ailenin mahrem alana itilmesi gereken sırlarıymış gibi, göz ardı etmeye fazlasıyla sık aralıklarla davet edilen bir toplum. Halının altına süpürülen meselelerimiz saymakla bitmez. Çocuk tecavüzlerinden başlayarak paramızın dolar karşısında değer kaybetmesine varıncaya dek birçok şey birdenbire “ev”in ve “mahrem”in alanına kaydediliverir. Ondan sonra da koydunsa bul. Zinhar laf edemezsin. Ailenin mahreminden, ülkenin ve milletin mahremine ışık hızıyla ilerleyen bir analojik seyahat gerçekleşir. Toplumsal meselelerimizin mahrem alana itilmesi gerekliliği elbette yurttaş olarak bizim ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmıyor. Buna hiç ihtiyacımız yok. Fakat son derece kamusal olan birçok meselenin “özel” hale getirilmesinden, hemen hemen her zaman gücü elinde tutanların ve iktidar sahiplerinin ciddi bir çıkar elde etmesi söz konusu.
Bu yazıda, analojilerle düşünmeye olan yatkınlığımızı dikkate alarak, düşmanlarla çevrili bir ülke algısının imalarını, anlamını ve olası trajik sonuçlarını içe kapalı aileler üzerinden tartışmayı deneyeceğim.
Dış dünyayı düşman olarak gören ve bu dünyayla ilişkisini patolojik ölçülerde sınırlandıran aileler vardır. Zorunluluklar haricinde tümüyle içe kapalı olan bu yaşam biçiminde, o zorunlu dış ilişkiyi de çoğunlukla “ebeveynler,” hatta daha da sıklıkla “aile babası” sürdürür. Böyle bir aile ile yıllar evvel uzunca bir dönem komşu olmuştum, diğer bir komşum onların hayatını tarif ederken, anlamını derin biçimde sezdiğim ama sizlere açıklamakta güçlük çekeceğim bir ifade kullanmıştı. Bu ifadeden söz ettiğim başka bir yazım daha olduğuna göre, çok isabetli bulmuş olmalıyım. İfade şuydu: “Çöp ev psikolojisinde yaşıyorlar.” Dünyanın bütün atıklarına odaklanmış, o dünyanın karanlık yönlerini çılgınlığa varan ölçülerde abartmış ve üyelerini onlardan korumak için kendi üzerine kapanmış bir aile. Kimi bunu düz anlamıyla yaşarken, yani düpedüz çöp yığınları arasına istiflenmiş bir hayatı sürdürürken, kimi de o çöpü sadece psikolojisine ekleyerek, görünürde fazlasıyla pirüpak bir evde yaşamayı sürdürür.
Oysa dış dünya tehditlerinin yol açtığı kaygılarla boğuşurken, temkinliliği elden bırakmamakla birlikte, o dünyanın gerçek bir parçası olma çabasını yüreklilikle sürdürmekten, başkalarını da bu konuda yüreklendirmekten ve hayatın tam ortasında yer almaktan sakınmayanlarımız da çok.
Zira biliyoruz ki psikolojik olarak içe kapanan ve somut hayatında da buna eşlik eden yaşam biçimlerini seçenler, tam da kaçtıkları her şeyin pençesine düşüyor. Bu kapanmanın Türkiye’de rastlamayı beklemeyeceğimiz türden trajik bir örneğinin Kahramanmaraş’ta yaşandığını görmüştük. Yazılı basına “Anne sevgisi toplu intihara sürükledi.” “Ölüm köşkündeki sır” gibi manşetlerle taşınan bu olay, Kahramanmaraş’taki bir bağ evinde yaşları 22 ila 33 arasında olan dört kardeşin tavana asılı cesetlerinin bulunmasıyla gündeme gelmişti. Haberlerde, dört yetişkin evladın annelerinin ölümünün yol açtığı sarsıntıyı atlatamadıkları ve onun peşinden gitmeyi seçtikleri ifade ediliyordu. Annenin heykeltıraş, babanın avukat olması, olayın bir bağ evinde yaşanması, çocukların Raden, Beraris, Rurin, Sajen olan adlarının tümünün, tarihe ve mitolojiye düşkün ebeveynler tarafından seçildiğinin anlaşılması ve sosyal çevre ile ailenin kopukluğu gibi bazı bilgiler, dış dünyadan tümüyle yalıtılmışlığın değilse de, ölümcül bir bağlılığın yol açtığı dikkate değer bir içe kapanmanın işaretleri olarak görülmüştü. Anneye aşırı bağlılık, tümü de yetişkin olan çocukları hayatla ve ölümle başa çıkabilme yeteneği geliştirmekten alıkoymuş görünüyordu. Tekrar etmek gerekirse buradaki kısmi bir içe kapanmaydı, çocukların ikisi üniversiteye gidiyor, ikisi de buna yönelik hazırlık yapıyordu. Olayın merkezinde yer alan annenin zorlayıcı tedbirler uygulayarak çocuklarını dış dünyadan şu ya da bu biçimde alıkoyduğuna dair bir bilgi söz konusu değildi. Aşırı düşkünlüğün ve sevginin de, sevgisizlik kadar “zorlayıcı” olabileceği bilgisini, aşağıda yer alan örnekler nedeniyle burada paranteze alıyorum.
Yakın tarihlerde, ABD’li tuhaf bir çiftin 13 çocuğunu klonlanmış gibi bir örnek giydirdiği, gece yarıları bu çocuklara askeri nizam talimler yaptırdığı, işkence ettiği ve eve kapattığı bilgisi birdenbire dünya basınına konu olmuştu. Komşular tarafından bir ölçüde garipsenmekle birlikte, yaşananların önlenmesi için bir şey yapılmayarak dışarıdan izlenmiş olan Kaliforniya korku evi, aniden “patlamış” ve dünyanın ilgisine mazhar olmuştu. Kabus gibiydi her şey, dehşete düşürücüydü.
Bu vahametin çok daha ağır biçimleri de dünyanın başka yerinde yaşanan örnekler olarak karşımıza geldi. Ailesini dış dünyanın tehditlerinden korumak vaadiyle kapatan “aile baba”larının bir kısmının dışarıdan gelebileceğini düşündüğü her tür tehdidi ve kötü muameleyi bizzat kendisinin aile üyelerine reva gördüğü durumlara da rastladık. Çocuğunu uyuşturucudan, tecavüzden, sözüm ona dışarıda istismar edilmekten ve hırpalanmaktan koruma adına zorla alıkoyan ve bu farazi kötülüklerin tamamını bizzat kendisi o çocuğa yapan bir aile babası olarak Josef Fritzl’i hatırlayanlarımız çıkacaktır muhakkak: Avusturya’nın küçük bir kentinde, 18 yaşındaki öz kızını ilaçla uyutarak gece yarısı yatağından kaçıran ve apartmanın altındaki labirent benzeri sığınakta tam 24 yıl boyunca kapalı tutan, tecavüz eden ve o kabus mekanında öz evladına yedi çocuk doğurtan monster... Josef Fritzl nazik, iyi bir aile babası görünümüyle apartmanın yukarıdaki dairelerinden birinde diğer çocuklarına babalık etmeye devam eden ve apartmandaki kiracılarına ev sahipliği yapan, gündeliğini tıkır tıkır işleten bir mühendisti. Zihnindeki fosseptik çukurunun yansıması olan “dehşet sığınağı” açığa çıktığında, “hercai” kızını korumak istediğini ve onu bu nedenle kapattığını söylemişti.1
Kapatılmış çocuklar, eşler veya içe kapanmış aile psikolojisi romanlara ve filmlere de konu olan, maalesef “verimli” bir malzeme. Roman ve sinema bu malzemeyi genellikle bir ülke alegorisi olarak kullanıyor. İçe kapalı, yüksek duvarlarla dış dünyadan tecrit edilmiş, hatta dış dünyanın bilgisinden tümüyle esirgenmiş çocuklar hastalıklı ebeveynlerin insafına kalıyor. Kaliforniya ve Avusturya’da yaşanan olayların aktörü olan ebeveynler, bir bakıma “gerçekten de” çocuklarını dünyanın öngörülebilir ve öngörülemez bütün fenalıklarından korumak “istiyor.” Hastalıklı zihinleriyle onları koruduklarına kendilerini inandırıyorlar. O koruma ve kapatma faaliyeti içinde giderek bu çocukların “tanrısı” haline geliyorlar. İyiliğin de kötülüğün de kendilerinden gelebileceği bir tanrı. Tanrı da bazen zalimdir...
Ülke alegorisi olarak tasavvur edilen bu öykülerden biri Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un yönettiği ve 2009 yapımı olup, benim ancak birkaç gün önce izleyebildiğim “Köpek Dişi” adlı film. Sinemada ve tam da şu günlerde izlenmesini hararetle önermek istediğimden, linkini de vereyim burada. Yüksek çitler ve duvarlar arkasındaki lüks malikanede, karısı ve üç çocuğunu “korumaya” alan baba ve onunla tam bir işbirliği içindeki anne, işi öyle abartıyorlar ki, tehlikeli ve düşman “dış dünyanın” çocuklarına belki de hiçbir zaman yaşatmayacağı kötülükleri bizzat kendileri yaşatıyorlar. Elbette adım adım geliyor kötülük. İsimleri bile olmayan, özneleşmelerine izin verilmeyen, büyük, küçük ve ortanca çocuklar, bir çocuğun “köpek dişlerinden” biri kendiliğinden düşmeden, duvarların arkasına geçemeyeceğine ve evden ayrılamayacağına inandırılıyorlar.
Bu alegorik filmde, çocuklar, duvarların arkasına da zaten -babanın her gün yaptığı gibi- ancak camları sıkı sıkı kapalı bir arabayla geçilebileceğine inanarak büyüyor. Dış dünya diye bir mefhumları da yok esasen... Üzerlerinden geçen uçakları, bir ufuk, uzaklık ya da yakınlık mefhumları olmadığı, dolayısıyla uzak nesnelerin küçük görüneceğine dair bir tasavvur geliştiremedikleri için, bulundukları noktadan görebildikleri büyüklükte sanıyorlar. Baba bahçeye oyuncak bir uçak fırlattığında, gökteki uçağın düştüğünü düşünüyorlar. Kötülükten korunmaya çalışılan çocukların başına, ağır cinsel istismar ve tecavüz dahil her tür kötülük doğrudan ve dolaylı yollarla bizzat aile içinde geliyor, getiriliyor.
Night Shyamalan’ın Köy ve Emin Alper’in Tepenin Ardı filmleri de bu çerçevede örnek verebileceğimiz, ülke ve toplum alegorisini, “ev”i biraz genişleterek, köy/yerleşim yeri ölçeğinde ele alan filmler. Hepsi de izlenmeye ve üzerinde çokça düşünmeye değer filmler. Bu kapsamda, daha sonra yazacağım bir yazıda ele almak istediğim, Masum adlı yerli dizi var bir de.
Ebeveynlerin eril, cinsiyetçi, hastalıklı dış dünya algısı ya da “sırları aile içinde tutma saplantısı” çocukları kötürüm ediyor ve düpedüz hayatlarını çalıyor -ki “baba” bir noktadan sonra genellikle bu algının keyfini sürmekten de geri kalmıyor. “İlahi” bir kudret gibi yaşantılanan, tiksinti verici, zalim ve alçakça bir keyif. Avusturyalı Fritzl mahkemede, kızının ve kızına doğurttuğu çocukların dehşet sığınağında yaşadığı hayattan söz ederken, “Onların tanrısıydım” demişti...
Biri dış mihraklardan ya da işi gücü bize yönelik kötülük tasarlamak olan düşman ülkelerden söz ettiğinde, zihnimizin bir köşesinde esasen keyfinin peşindeki hastalıklı “erkek” zihinler ve de iktidar peşindeki o zavallı ibiş adamlar belirse, her şeyi olanca çıplaklığıyla kavrama ihtimalimiz de çok güçlenir. Onu diyordum.
(1) Bu olayı ayrıntılı biçimde ele alan bir yazıyı Birikim Dergisi’nde bulmanız mümkün. Feride Zülfü (2008). Amstetten’den Sonra”. Birikim (Haziran-Temmuz). Sayı 230-231. Sayfa. 127-132.