Yaşama gayretli zamanlar
Devlet elli sistematik kötülüğün arttığı kara zamanlarda o kara fonun önünde tuttuğun ellerin, canından çok sevdiklerinin önemi artar. Dönem kontrast zamanıdır çünkü. Devlet bekası kötülük sürekliliğiyle eşanlamıyken, Cumartesi Anneleri’ne saldırılan anın fotoğrafları o yüzden donar kalır içinde. O yüzden öyküleşir.
Yaşamak gayretli bir şey olmamalı aslında, kendiliğindenlik içinde akmalı. Dere gibi usulca, şelale gibi çağlayarak bazen. Bazen durgun bir göl gibi kaldığın da olur ama hayatın su olduğu bilincini yitirmezsin hiç. Suyu ölçüp biçmenin, önüne sunî setler koyup biriktirmenin kibrine kapılmanın âlemi yok. Su hayattır. Toplasan da akar. Tek yapacağın içinde olmaktır. Yoksa sana canlı değil, sağ denir sadece.
Ölü toprağı serpilmişlik yaygın bir his buralarda. Kendisine insan diyenin kolay kolay kaldıramayacağı ne varsa günlük hayat diye dayatıldığından. Adaletsizliğin ortasında hayatın anlamını kaybetmeme çabandan. Ya hiç aldırmamayı seçeceksin, yani yaşayan bir ölü olarak rolüne devam edeceksin. Ya da her Allah'ın günü ölüp ölüp dirilerek dahil olacaksın hayata. Ölüm işte bu kadar hayatında.
AKINTIYA KARŞI, HAYATLA BİRLİKTE
Madden ve manen toplu çöküş yaşanırken akıntıya karşı yapılan her şey, o eylemin kendisinden fazlasını ifade eder. İnadına bir umut ve mücadeledir aslında bu. Küçük ama kocaman bir adımdır. Ekonomik krizin en çok vurduğu sektörlerin başında gelen, yeni baskılar için kâğıt satın alamayan yayıncılık sektöründe tam da bu zamanda özel baskılı bir kitap yayınlandı. Küçük ama kocaman Aras Yayıncılık tarafından. Fotoğrafçılığın ustası Ara Güler’in 1995’te özgün Ermenice baskısıyla Papelonen verç bidi abrink, Sirvart Malhasyan’ın çevirisiyle de 1996’da Babil’den Sonra Yaşayacağız adıyla yayınlanan öykü kitabı bu kez yepyeni bir çalışmanın ilhamı olmuş. Türkçe, Ermenice ve İngilizce üç cilt halinde eşzamanlı olarak yapılan bu yeni ve özgün basım, Güler’in metinleriyle görsel dünyası arasında eşleşmeler yaratarak bir “foto-öykü albümü” halini alıyor. Güler’in 50’li yıllarda Ermenice olarak kaleme aldığı ve dönemin süreli yayınlarında yer alan öykülere sonraki yıllarda çektiği unutulmaz fotoğraflar eşlik ediyor. Çıkan sonuç, hepimizi kendi belleğine doğru yolculuğa çıkmaya çağıran bir davet.
Rober Koptaş’ın yayıma hazırladığı, tasarımı Hulusi Nusih Tütüncü’ye ait bu özel baskı, kitabın görsel gücünün hakkını teslim eden, adeta ruhunu ortaya çıkaran, öykü denen türün bir yanıyla nasıl da an resimleri yakalamak olduğunu haykıran çok özel bir çalışma.
ANLAMLI ANLARIN YAKALANMASI
Kitabına 1986’da Eritre’de bir savaş röportajı yaparken, yazdığı anıyı ve Türkçe yazdığı Babamın Öyküsü’nü de ekleyen Ara Güler, öykülerin handiyse sinematografik, görsel anlatımı için şöyle diyor kısa önsözünde: “Bana öyle geliyor ki, yazıyla görselliğin ortak bir anlatımı var. Öyle olduğu kuşkusuz, yoksa sinema sanatı da olmazdı. Zaten ben de fotoğraflarıma bakarken zaman zaman tiyatro çalışmalarımdan, öyküler için düşündüklerimden esintiler buluyorum. Belki de fotoğrafımdaki ‘anı yakalama ve kompozisyonu kurma’ özelliğimi bütün bu eski çalışmalara borçluyum. Bir ‘kadr’ içinde kompozisyon kurmayı tiyatro çalışmaları günlerimden, anlamlı anların yakalanması ve bir anlatıma varmasını da öykücülüğümden esinlendiğimi sanıyorum. Neyse, işte böyle şeyler sonucunda, görsel malzemede bir birikim oluşuyor anlaşılan.”
Karşımızda işte bütün birikimiyle, her tür akla hayale sığmaz, kurguya gelmez haliyle hayat var. Küçük insanın dünyası. Hayallerini rutine teslim etmiş yorgun ruhlar geçidi. Ama hâlâ bir tren yolculuğunda karşısındaki o tanımadığı insan için bir hayat hikâyesi kurgulayacak kadar insandan ümidini kesmemiş olanların serüveni. Kendine söylemek istediklerini o hayali kahramana söyletenlerin itirafı: “Ne olacak! İgor, bu dünyanın insanı… Eşek gibi çalış, sonra kafayı çek, yut ne biliyorsan, düşündüklerini yut… Yutmak dünya adamının işidir, İgor.”
Bu bir ıskalayış, teğet geçiş kitabı. Sadece ara ara bazı öykülerde aşkın bir şansı var. İnsanı bir sayı olmaktan çıkarıp varlık kılan aşkın. Yoksa aslında sadece görmeden bakar, kayıp geçeriz birbirimizden: “Binlerce, milyonlarca insan binlerce milyonlarca yoldan dünyanın dört yanına gider. Birbirine kavuşanlar, birbirinden ayrılanlar olur. Binlerce otobüs, milyonlarca yol yalnızca bu işe hizmet eder. Binlerce, milyonlarca insan, aynı şeyi duyumsar, aynı şeyi ister. Birbirlerinin yanından geçer, konuşur, ayrılırlar. Her insanın pusulası, sanırsın onları birbirinden uzaklaştırmak için yaratılmıştır. Her an yakınından geçen binlerce, milyonlarca mutluluktan habersizdir insan. Köpük içinde hapsolmuş sinekler gibi…”
Hayatı gözlemleyen zamanla bir betimleme ustasına dönüşür. Ara Güler, en küçük ayrıntısına değin yakaladığı anları, görüntüleri, insanları, aslında pek de anlatılmaya ‘değer’ görülmeyenleri anlatır bize: “Karşıda çift pencereli, eski taş bir bina vardı. Duvarın boyaları, yer yer de sıvaları dökülmüştü. Bu soğuk görüntüsüyle evin camları kayalara tünemiş bir dizi baykuşun gözlerini andırıyordu. Binanın kapısı yandaydı. Semtin yolları iri, yassı döşeme taşlarından yapılmıştı. Baykuş gözlerini andıran camlardan günün her saatinde rengârenk iç çamaşırları, yeni yıkanmış örtüler, çarşaflar asılı olurdu.”
MEMLEKET NEREYE DENİR?
Kaybedilen bir mahalle duygusu değildir aslında. Ve her dönemin derdi olan yalnızlıktır. Bir başınalık. Kökünden koparılmışlık. Kalabalıklar içindeki tenhalık. Vazgeçmişlik. Oysa anılar hep geri çağırır insanı. Neye? En çok da kendine. Kendini hatırlayasın diye. Yazarın babası Dacat Güler, dünyanın dört bucağına gitmiş oğlundan kendisini, doğduğu ve altı yaşında ayrıldığı köyüne götürmesini istediğinde “Bir gün alıp da beni memlekete, doğduğum yere götürmeyi düşündün mü?” diye sorar ve sonrasında kalbe mıh gibi çakılan o cümleyi kurar: “Doğduğumuz evi görmek istiyorum. Hem gel, sen de gör. Beni sen götürürsen bir değeri olur. Yoksa her köy köydür.”
Güler, Şebinkarahisar'ın Yaycı köyünde, altmış yaşındaki babasıyla tanışır. Dövene binen, kana kana çeşmenin suyunu içen bu koca çocuk yaşanmamışlıkların, köklere duyulan özlemin simgesi gibidir. Budur tabii ya memleketin tanımı. Memleket anılara kazınmış, senden sonrakilere aktarmayı istediğin bir hikâyedir. Biriciğindir. Kaybetmeye kıyamadığındır. Kökündür, ilk anlamındır.
Memleket duygumuz sadece doğduğumuz ama türlü çeşit sebeple ayrılmak zorunda kaldığımız toprak parçasının değil, aidiyetsizliğin, zorunlu sürgünün tanımıdır. İnsan kendi tarihini arayışıdır. Bu kitabın ilk çıktığı 1996’dan kalma tıfıl Karin’in satırlarını okuyorum bir de. O zaman nelere takılmışım diye:
“Geçmişi anmak, ‘bugün’ tiryakisi olanlar için bile kaçınılmazdır. Gün gelir o geçmiş, zamanında alınamayan vitrindeki oyuncak olur, yollarınızın ayrıldığı bir sıra arkadaşı olur ya da yanınızdakini dürtüp ‘İşte burası’ dediğiniz ama artık orada olmayan eviniz olur, zorla kendini andırır. Geçmişinden kaçmayanlar, anılarını hep film kareleri gibi yaşarlar ya da dondurulmuş an resimlerine, fotoğraflara bakarlar. Eğer bir de yaşamını fotoğraf sanatına ayırmış bir insan anılarının öyküsünü yazarsa ortaya yaşamın ta kendisinin fotoğrafı çıkar. Biz de satır satır okumak yerine kare kare bakarız o resimlere, tıpkı Ara Güler'in Babil'den Sonra Yaşayacağız kitabına baktığımız gibi…”
İzbe liman meyhanelerini, tesellisiz insanları, deniz, balık ve kuşları yakalamışım o zaman. “Balıkçıların umudu ağlara bakarız. Bazen her şey kaygan bir balık gibi kaçar bu öykü insanlarının ellerinden, bazen de onlar kaçarlar uzaklara” demişim. Pek de değişmemişim…
Devlet elli sistematik kötülüğün arttığı kara zamanlarda o kara fonun önünde tuttuğun ellerin, canından çok sevdiklerinin önemi artar. Dönem kontrast zamanıdır çünkü. Devlet bekası kötülük sürekliliğiyle eşanlamıyken, Cumartesi Anneleri’ne saldırılan anın fotoğrafları o yüzden donar kalır içinde. O yüzden öyküleşir.
Acı ve öfkenin kazanımıdır direnç. Korkuna rağmen kendini yapmaktan alıkoyamadıklarının adıdır irade.
Babil’den sonra böyle yaşıyoruz işte.