Zamanın yankısı
Nizamettin Ariç’in müziği, bir görsel şiirdir sanki. Bir şiire şiirden bir ezgi giydirmektir.
İlk şiir kitabım “Ah! Tamara” (1995) çıktıktan sonra gittiğim Bursa’da bir radyo programcısının şiirlerimi sevdiğini söyleyip duran arkadaşlarım oldu. Sonunda oturduğum kitapçının kapısında ipince bir adam belirdi. O vurgulu sesiyle kendini tanıttı: “Ben Kadim Yaşar” Sonradan perde, sahne ya da ekranı üstüne toplayan aktör işte. Ama ben en çok “Press” filmindeki Halil hâlini severim.
Lisede midir nedir o sırada, gözleri evden kaçmış bir akşama benziyor. Aldı programına götürdü bu. Bir köprü ya da viyadük ayağının dibinde üç ya da dördüncü kata çıkmış olmalıyız. Dizelerimin birinin zihninde yankılanmasından mutlu mesut halde sorularını cevaplamaya çalışırken “On Bir Meridyende Sürgün, Keder ve İbrişim” şiirimi okumamı rica ediyor. Paramla, daha doğrusu parasızlığımla bastırdığım kitabı açıp şiiri okuyorum. Şiir bittiği anda Kadim, “Ahmedo, ronî…” stranını yayına alıyor. Nizamettin Ariç o sonsuz sesiyle incinmiş bir kadın ve efkârlı bir erkeğin seslerini yankılıyor. Sadece o an değil, sonradan kaybettiğim program kaydını her dinlediğimde ürperdim. Sonra aynı adlı bir şiir yazdım, Ahmet Kaya için. Şöyleydi:
birden gözleri bir olur dört kişinin
aynı çukurlar, aynı buğu, aynı ifade
Şivan’ın, Yılmaz’ın, O’nun ve senin
sanki bir kaçakçı, jandarmanın elinde
kusuru örten bir çoğulluk bu
optik kitaplarında üç dipnotla verilir
kalın bir haksızlıktır geciken utku
birden yeni bir yüzyıla girilir
yapraklar olmasa ağaçlar da göçer
dört yönü üzerinde taşıyan bir Güney’e
oradan bakacaksın, elinde sarı bir Hewlêr
herkesin baktığı o zamansız şeye
“Hewlêr” şarkısına da bir gönderme vardı bu şiirde. Yaşar Kemal’i anma gecesinde, “sokağı zehirlemiş” Ertuğrul Özkök’le aynı masada oturma onuruna erişen zevat bilmeyebilir, ama Ahmet Kaya, lincine yol açacak, “Bir de bir şey daha söyleyeceğim: Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum” derken “Hewlêr”i okumayı düşünmüştü. Sonra “Kanî Diherikî”yi okudu. Biraz daha “şanslı” olan Ariç’in yolu ise, müzik ve sinemada Kürtçeye dönünce, karanlık bir sürgüne uzayacaktı.
Bir filmografi ya da diskografi çıkaracak değilim ve daha önemli, daha güzel stranlarını burada anamayabilirim. Ama uzman olarak değil, sıradan bir dinleyicisi olarak ruhuma işleyen ezgilerinin bir kısmını anlatabilirim. Kişisel bir yazı çünkü bu. Çünkü içimde sürekli biçimde yankılanan bu “Serhedî” ses, uğuldayan kışların anısı gibidir. Şimdilerde kocaman bir çocuğun yaşına gelmiş çoğu erkek gibi “Dayê Dayê”yi anmalıyım önce. Dersim’in kimsesiz kalmış bir annesine çocuğunun söylediği bu kilamı Ferhat Tunç, bir kış ikindisinde, Roboskî’de göğü kararan dayêlere de okuyacaktır.
Elbette “Da Welat Welat” ezgisini anmalı. Çocukken kısmen anladığım bu Kirmanckî (Zazaca) şarkıyı büyüyüp tümüyle anlayınca göğsüme yerleştirdim. Hemen her albümünde bir Kirmanckî ezgi okuyan Ariç’in “Duzgin Bava”sını, “Erê Gulê”sini de saymalı. Kirmanckîde yankılı olan bu Serhedî ses, Kurmancîde yamaçlara biriken gölgeye benzer. Birden dökülür, dağılmayan bir sis gibidir, bir ânı hatırlamak gibidir. “Bilbilo”da hazin bir yakınma olur, Şahinê Bekirê Soreklî’nin “Rojek tê” şiirinin rezonanslarla ürperen şarkı hâlinde kırılgan bir iç çekiş. Ariç, Cegerxwîn’in “Jîn û Hebûn” şiirinden yaptığı bestede ise, yok olmayan bir özgürlük talebiyle yeniden dirilen varlığı mekân ve zamana dağılan sazlarla resmeder.
Bir bütün olarak olağanüstü bir çalışma olan “Azadî” albümünü kaç defa dinlediğimi bilmiyorum. Ama İngiltere’deyken en çok dinlediğim parçanın “Çiyayêd min” olduğunu söyleyebilirim. Fotoğraf çekebilsem dağ fotoğrafçısı olurdum. Hem dağ bir form olarak muhteşem değil midir? Ânın dondurulmasından yana değilim pek, ama keşke “Çiyayêd min” şiiri ve şarkısına eşlik eden dağ fotoğrafları çekebilseydim.
Nizamettin Ariç’in müziği, bir görsel şiirdir sanki. Bir şiire şiirden bir ezgi giydirmektir. Ermenistan’daki Elegez Dağı'na seslenen şarkıda “gel de sevgiline iki örük ikram et” diyen şairi duyarız. Eskerê Boyîk’in “Nav Zarotiya Me da” şiiri ise, Hitler’in Ermenistan taşrasına yansıyan ateşini ünler. O çocukluk bir rüyadır, savaşın ağzında kalan bir anı. Ariç’in büyük sanatı da savaşın dişleri arasında kalan bir nergise benzer. Christine Kernich’le yönettiği “Kilamek ji bo Beko” (1992) filmi de eklenmeli bu daireye. İlk kez ne zaman seyrettiğimi nedense hatırlayamıyorum. Ama bana Kürt sinemasındaki en olağanüstü filmlerden biri gibi gelir. Hele Emir Kusturika’yı taklit eden zamane yönetmenlerinin tuhaf işleri dururken dönüp dönüp seyretmeli bu filmi.
Gönlün sığındığı Rojava’dan kuşların öğrencisi Feqiyê Teyran’a, göklerdeki sarayında Mem ile Zîn’i misafir eden ifrit padişahından yaralının üstüne titreyen hekime şahin kuşunun sütünden ilaç yapmasını söyleyen genç kadına kadar hemen herkes vardır onun Serhedî sesinde. Kendine ait, kendine seslenen, insanı gecenin bir vakti derin bir uykudan uyandıran bir üslûp.
Bir Ağustos gecesinin geç saatlerinden birinde, uzak bir şehrin Queen Street’inde karşımda oturan Aziz Kaya adlı dostum, “insanın kaderini sevdiği ilk müzikler belirler” demişti. Bendeki Nizamettin Ariç öyle başlar. Dayımlardayım. Bir teyp getirilip upuzun misafir odasının ortasına konuyor. İki dayım bir pilleri, bir şeritleri birbirine dolanan kasetleri yokluyorlar. Üstünde başka bir isim yazan kaseti teybe takıyorlar. Ariç başlıyor dağların sesini yankılamaya. Elbette o an kim olduğunu öğrenemiyorum, ama ne söylediğini anlıyorum biraz.
Sonra zarif bir gölge yekinip yamaçlara birikiyor.
Sonra bir dağdır başlıyor ki dağ gibi bir sanatçıyı getirip kader diye hayatıma yazıyor.