YAZARLAR

Bizi bul Didar Abla!

Didar Abla’nın son nefesini verirken kendini kollarına güvenle bıraktığı o büyük aile, birkaç gün önce de, babasının katiliyle birlikte binlerce insanın katillerinden hesap soran, barışsever bir çocuğu polis şiddetinden korumayı, sarıp sarmalamayı başardı.

Seksenli yılların ikinci yarısında Nevzat Çelik’in Şafak Türküsü, Ahmet Kaya’nın sesiyle hayatımıza sızmıştı. Sızmıştı, diyorum çünkü 12 Eylül cuntasının boğazımızdaki eli gevşememişti henüz. Lisedeyken, ders esnasında sınıfın kapısı hoyratça açılır, müdürün eşlik ettiği bir sivil polis sıralarımızı, çantalarımızın içini arardı. Bir gün bir arkadaşımızın çantasından Nazım Hikmet çıkmıştı. Müdür odasına sürüklenirken gözlerinde beliren endişeyi ama geri adım da atmayan mağrur inadı hiç unutmuyorum. İşte bu baskı sebebiyle, yasak olmamasına rağmen, Ahmet Kaya’yı da, Zülfü Livaneli’yi de uluorta dinleyemezdik. Ama hem tecrübe etmediğimiz bir zulmün uyandırdığı kederden tarazlanmış sesimizle “Beni burada arama anne/Kapıda adımı sorma/Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama!” diye mırıldanmaktan, hem de evde kimse yokken, aileden gizli çektiğimiz kasetlerden yükselen Livaneli’nin hafif detone sesine eşlik ederek, “Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını, ey özgürlük!” diye bağrınmaktan geri durmazdık. Etrafımızda aklımızın tam olarak ermediği bir kıyım yaşanıyor, birçok aile günlerce gözaltında tutulan çocuklarından haber alamıyor, cezaevlerinde siyasi tutuklular baskı ve işkenceye maruz kalıyorlardı.

İşte yeni yeni politize olmaya başladığım bu yıllarda tanıştım Didar Abla’yla. Tanıştım, dediysem elbet yüz yüze değil. Orta sınıf muhafazakarlığının kalesi sayılabilecek bir evde, benden önce politize olup çok eziyet çekmiş ablamın yarattığı yılgınlık ve ceberrut bir devletin yarattığı korku atmosferinde vesayet altında yaşıyorken, politize olmak sadece haksızlıkların, şiddetin ve baskının farkına varmak anlamına geliyordu. Yani, örgütlü olmak, sokağa çıkmak, eylemlilik gibi şeyler henüz reşit olmamış benim için mümkün değildi. Ancak şarkı dinleyip eşlik ediyor, faşizme karşı ezilenlerin yanında olduğumu gösteren posterler asıyor, çok da anlayamadığım politik içerikli kitaplar okuyordum.

Böyle bir ortamda Didar Şensoy, babamın, ne olur ne olmaz diye, ceketinin iç cebine tıkıştırdığı, o dönem için sol içerikli sayılan gazetelerinin sayfalarında girdi evimize. Bazı fotoğraflarda elinde bir demet çiçek, başında beyaz bir yemeni ile gülümserken; bazılarında miğferli polislerin oluşturduğu barikatı yıkıp geçmeye çalışırken; bazılarında ise kendi gibi kederli ve keskin bakışlı onlarca annenin önünde dimdik yürür ve slogan atarken… Kendi kızıyla yaşıt küçük kardeşi Hasan yıllardır sürdürdüğü politik mücadelenin bir noktasında yakalanmış, cezaevine gönderilmişti. Ben Didar Abla’nın adını duyduğumda o yaklaşık 10 yıldır kardeşi ve “çocuklarım” dediği siyasi tutuklular için, kendilerine “Metris Anneleri” diyen bir grup kadınla birlikte mücadele ediyordu. Arnavut bir ailenin kızı olarak Yugoslavya’da doğmuş, orada öğretmenlik, radyo spikerliği yapmış, eşinden ayrılınca üç küçük çocuğunu Yugoslavya’da bırakarak, İstanbul’a, ailesinin yanına gelmişti. Kardeşi Hasan, onun gençliğinden beri hep çok güçlü, inatçı ve gözünü budaktan esirgemez, haksızlıklara tahammül edemeyen bir karakter olduğunu anlatıyordu.

Bu gözü pek kadın, 12 Eylül cuntasının cezaevlerinde işkence, tecrit, tek tip kıyafet, askeri düzen ve benzeri dayatmalarla uygulamaya çalıştığı yıldırma politikasına, askeri düzene karşı mücadele ediyordu. Didar Abla ile birlikte mahkeme ve cezaevi kapılarında, Meclis önünde, sokaklarda çocuklarının izini arayan, hakkını savunan birçok kadın vardı. Bunlar, çocukları askeri cuntanın pençesine düşene kadar siyasetten uzak duran, annelikten başka bir meşgale tanımayan, hatta çoğu ürkek, kırılgan kadınlardı. Çocuklarının başına gelenlerden sonra, kaybedecek bir şeyi olmayan insanların yaptıklarını yapıp, korunaklı evlerinden çıkmış, sosyal dışlanmayı göze alarak tehditlere, fiziksel şiddete, gözaltılara rağmen kendilerini sokağa atmışlardı. Kaybedebilecekleri en değerli şey, yani çocukları tehdit altındaydı. İşkence görüyor, idama kadar giden ağır cezalarla yargılanıyorlardı.

Evin eşiğinden atlarken korku eşiğini de atlamış bu güçlü kadınlar artık büyük bir aileydiler. Yıllar sonra içlerinden biri, “O dönem tutuklu aileleriyle o kadar yakınlaştık ki, kendi ailelerimizden uzaklaştık” diyecekti. Çünkü kendi aileleri korkunun egemen olduğu bir politik iklimde onlardan ya çekiniyor ya da onları suçluyor, dışlıyorlardı. Çoğunlukla başlarındaki beyaz tülbentleriyle sokaklarda boy gösteriyor, tiz sesleriyle sloganlar atıyor, göz kamaştırıcı bir sabırla oturma eylemi yapıyorlardı. Bu beyaz tülbent, kadınların sokakta olmalarının, hele de böylesi taleplerle ve böylesine ısrarcı bir meydan okuyuşla sokağa çıkmalarının yadırgandığı bir kültürde, kederin, çaresizliğin yani kaybedecek bir şeyi olmamaktan kaynaklanan olağanüstü gücün, kararlılığın simgesiydi.

Dışarıda polislerin, hakimlerin “Bu çocukları doğurup başımıza musallat ettiniz” diye azarladıkları; içeride işkencecilerin çocukları, kardeşleri aracılığıyla, “Analarınıza söyleyin kendilerine hakim olsunlar, yoksa hem onların, hem de sizin başınıza çok şey gelir” diye tehdit ettikleri bu kadınlar, çocukları sayesinde çok şey öğrenecekler, politik mücadele tarihinde önemli yer edineceklerdi. Metris Anneleri'nin bir kısmı, Didar Şensoy dahil, bir süreliğine tutuklanıp Metris’te yatmalarına rağmen yılmayacak, İnsan Hakları Derneği’nin kurucu kadrosunda yer alacaklardı.

Didar Abla, 1987’de, Ankara’da, Meclis önündeki oturma eylemine yapılan polis saldırısından etkilenip, kader ortaklarının kollarına düşene kadar içerideki tüm çocukların yemesi-içmesi, giyimi-kuşamı, mahkeme süreçleri için, hepsi kendi çocukları, kardeşleriymiş gibi koşturacaktı. Onlar için para toplayacak, imza toplayacak, kardeşine ne götürürse koğuş arkadaşlarına da aynısını götürecekti görüş günlerinde. Tüm gün koşturmaktan davul gibi şişen tabanlarını, ertesi günkü koşturmaya hazır hale getirmek için oklavayla dövdürdüğü bir efsane gibi anlatılıyordu. Metris tutuklularının duruşmalarından birinde, onu uyarmaktan bıkan bir yüzbaşı, “Tek başına Beşiktaş tribününe bedelsin” demişti.

Size Didar Abla’yı anlatma ihtiyacı duymama sebep olan şey Cumartesi Anneleri’nin 700'üncü haftalarına yapılan polis saldırısı. Ve bu saldırı sırasında çekilmiş şu malum kare. Bu kare ile Didar Abla’nın Dünya Barış Günü’nde, “Çocuklarımızı almadan bizim ancak ölümüzü buradan kaldırabilirsiniz. Bu ülkede demokrasi var diyorlar, hani nerede? İçerideki insanlara yaptıkları yetmiyor gibi bizleri, 70 yaşındaki anaları da yerlerde sürüklediler, dövdüler. Utanmasam eteklerimi açıp size çürükleri göstereceğim. Hiçbir şeyden korkmuyoruz” diyerek meydan okuduğu Meclis önündeki oturma eylemi sırasında gerçekleşen polis saldırısı ve hemen ardından fenalaşıp kader ortaklarının kucağına düştüğü diğer kare. Bu iki fotoğraf aynı hikayeyi anlatıyor. Eşitlik, özgürlük, adalet ve barış talebinde ısrarcı olmanın; kan bağı aramadan geniş bir aile olmanın; vatan haini ilan edildiğinde birbirini yurt edinmenin; yüzlerce çocuğa annelik, babalık, kardeşlik etmenin; acıyı, yası bölüşüp hafifletmeye çalışmanın hikayesini… Didar Abla’nın son nefesini verirken kendini kollarına güvenle bıraktığı o büyük aile, birkaç gün önce de, babasının katiliyle birlikte binlerce insanın katillerinden hesap soran, barışsever bir çocuğu polis şiddetinden korumayı, sarıp sarmalamayı başardı.

Didar Abla, 1 Eylül senin öldüğün, seni öldürdükleri gün. Ölüm yıl dönümüne günler kala, 700'üncü kez, tıpkı sizin gibi inatla, ısrarla, kararlılıkla toplanan, sizden farklı olarak çocuklarına sarılmaktan ümidi kesmiş ama mezarlarına kapanmak hakkından ümidini kesmemiş kadınlara öldüresiye saldırdı devlet. On yıllar önce mahkemede çocuklarınıza idam cezası talep eden iddianameler okunduğunda “Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz” diye bağırmıştın sen. Bazılarını öldürdüler, engelleyemedin. Ama açık görüş, sivil kıyafet için çırpınışların karşılık buldu. Bunlar o kadar ısrarla istediğiniz, uğrunda kendinizi o kadar paraladığınız ve o kadar insanca, o kadar masum taleplerdi ki, omuz omuza mücadele ettiğiniz Metris Anneleri'nden biri seni anarken “gençliğine doyamadı” demiyor da, şunu diyordu: “Didar da çok mücadele etti ama garibim bir tane açık görüş göremedi.” Çünkü siz, çocuklarınız için kendinizden vazgeçmiştiniz.

Didar Abla sen, o güzel kara gözlerin ve mangal gibi yüreğinle, dünyanın her yerinde zulüm gören, öldürülen, izi kaybettirilen çocukları arayıp bulan, sağ salim kollarına alamasa da, unutulup gitmesine izin vermeyen, ona bir mezar yapmaya çabalayan, devletin ideolojik aygıtları karşısındaki zayıflıklarından güç alan kadınların sembolüsün. Ezilen, acı çeken herkesin ablasısın. Bir toplumun vicdanısın. Ruhun şad olsun!


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.