Sabuuun
Nenem uzata uzata ”Sabuuun” dediğinde, tilkinin çıkardığı sese fonetik olarak yaklaştığını zannediyordu belki. Belki tilkilerin sabundan korktuğunu sanıyordu... Belki de o sabun bizim bildiğimiz sabun bile değildi. Kim bilir, göçüp gitmiş hangi dilin ardında bıraktığı bir kelimeydi. Şu günlerde et yemekle ilişkili bazı sosyal medya paylaşımlarına rastlayıp durdukça bu anılar aklıma hücum etti...
Feride nenem (anneannem), yakınlarda bir yerde bir tilki acı acı bağırmaya başladığında, iki elini ağzının kenarına götürüp “Sabun” diye seslenirdi ona. Sabuuuun, sabuuuun. Tilki sesi genellikle gecenin karanlığına ait bir sesti. Gündüzleri duymazdık. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Bu sesi hiç duymamış olanınız da vardır muhakkak. Ciyaklama gibi tuhaf ve tüyler ürpertici bir sestir. İlginç olan şey, tilki sesi ya da bağırtısının dilimizde tanımsız bir ses olması. Öyle diyorlar. Havlamak, kişnemek ya da ulumak türünden bir adı yok bu sesin. Bu durumdan tatlı tatlı söz eden “Tilki ne der?” başlıklı İngilizce bir şarkının varlığı, diğer dillerde de tilki sesinin özel bir karşılığının olmadığını düşündürüyor.
Tilki dediğin acı acı bağırmakla da kalmazdı, fırsat bulduğu anda bahçede beslediğimiz tavuklarımızı parçalayıp yerdi. Kümesleri çevreleyen tel örgülerin dibini veya kapıların altını kazıp içeri dalardı. Allah ne verdiyse yalayıp yutardı. Böyle olunca da dost gelmiyordu insana. Hoş, tavukları ya da horozları tilki yemese ne olacaktı? Civciv iken avuçlarımıza sığan, besleyip büyüttüğümüz ve kimi zaman huyuna suyuna bakarak isimler bile verdiğimiz o hayvancıkları zamanı geldiğinde dedem keserdi. “Serbest gezinen” o neşeli flanörler bu dünyadan genellikle kesilme suretiyle ayrılırdı.
Tavukların kesilmesi, tüylerinin yolunması, pişirilmeleri ve soframıza gelmelerinde biz çocuklar için bir tuhaflık ya da özel bir durum yoktu. Hayatın düzeni böyle bir şeydi. Ya biz yiyecektik tavukları, ya tilki yiyecekti. Tavuklar da solucanları, akrepleri ve bazı börtü böceği afiyetle yemekten hiç imtina etmiyordu sonuçta. Sonracıma, evlerde beslenen kediler etraftaki fareleri yiyordu, farelere engel olunmazsa, onlar da toprak küplere doldurulmuş hububatı yiyordu. Fırsat bulduklarında da bazı köpeklerin kedileri parçaladığını biliyorduk. Şimdi düşünüyorum da “vahşi” besin zincirinin tam bağrında kaç yaz geçirmişiz. Aslında evimiz bayağı kadim bir kentin merkezinde, Diyarbakır’daydı. Hayatımızın tilkili, Piroz Hanım masallı ve bağbozumlu kısmını ise yazları gittiğimiz Maden bahçelerinde yaşıyorduk. Orada dağlara tırmanır, eşeğe biner, yeşil kabuklu taze cevizleri yerdik. Bu yüzden dudaklarımızın rengi kararırdı. Üzümleri korukken koparıp koparıp ağzımıza tıkıştırırdık, midemiz ağrırdı.
Meğer tilkinin acı acı bağırması da korukları mideye indirmekten kaynaklanırmış. Gece oldu mu yediği koruklar karın ağrısı yaparmış. Bu konudaki urban legend böyleydi en azından. Karşılık olarak “Sabuuuun” diye bağırmak neyin nesiydi peki, ne işe yarardı? Kuzzulkurt (zıkkımın kökü gibi bir şey) anlamına mı geliyordu? Madem yazıyorum, annemi arayıp aslını öğreneyim dedim. Demez olaydım. Böyle durumlarda hep başıma gelen şey oldu. Annem, “Yok kızım o tilki değildi, saksağandı. Saksağan hırsızdır, sabun gördü mü çalardı, öyle sabuuuun diye ses verince de susardı” diyerek geçmişe dair nostaljik tezlerimi yerle yeksan etti. “Nereden istersen oradan buyur ve yazmaya devam et şimdi” dedim kendi kendime. Neyse ki o an annemin yanında olan abim telefonu aldı. Olayın saksağanla değil, tilkiyle ilişkili olduğunu güzelce teyit etti.
Biz oralarda bol hikayeli bir hayat yaşardık. Taş yontardık. Çamurdan evler yapardık. Yonca tarlasında yuvarlanırdık. Yataklarımızı yıldızların altına serer, hayallere dalardık.
Nenem uzata uzata ”Sabuuun” dediğinde, tilkinin çıkardığı sese fonetik olarak yaklaştığını zannediyordu belki. Belki tilkilerin sabundan korktuğunu sanıyordu... Belki de o sabun bizim bildiğimiz sabun bile değildi. Kim bilir, göçüp gitmiş hangi dilin ardında bıraktığı bir kelimeydi.
Şu günlerde et yemekle ilişkili bazı sosyal medya paylaşımlarına rastlayıp durdukça bu anılar aklıma hücum etti. Üstelik daha birkaç gün önce Kurban Bayramı'ydı. Bayram süresince de vejetaryen ya da vegan olmadıklarını açık ve net biçimde bildiğim kişilerin bile, “hayvan katliamından” söz ettiğine rastladım. Tartışmalara katılıp, et tüketimini mümkün mertebe azaltmaya çalıştığını söyleyen kişiler de ağır eleştiriden nasibini alıyordu. Et yemenin tümüyle bırakılması gerektiği söylenerek, tüketimi azaltma çabası göz ardı ediliyordu.
Oysa felsefi ve etik olarak övgüye ve sahiplenmeye sonuna kadar değer bir perspektif sunduğu çok açık olan veganlık ve vejetaryenlik gibi seçimlerin, içerdikleri derinlik yeterince kavranmadığı zaman, başkalarına da “etkili” ya da “cazip” bir seçenek olarak sunulması güçleşiyor. İtici bir pozisyondan konuşulmuş oluyor. Oysa esas mesele canlı yaşamını gözeten, hayvan haklarını koruyan ve türcülüğü sonlandırmaya niyet eden bir aklın hakim olmasını sağlamaksa “itici” değil, kapsayıcı olmak zorundayız.
Kısa bir yazının sınırları içinde bu konuyu tartışmak zor, fakat en yalın haliyle ifade etmeye çalışırsam, Kurban Bayramı'nı katliam ve hayvan boğazlama gibi aşağılayıcı bir zeminde tartışmanın kimseye bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Kurban kestiren kişilere serinkanlı ve açıklayıcı bir eleştiriyle yaklaşmak yerine, aşağılayıp durmayı da ilginç buluyorum doğrusu. Kasaplar, marketler, şarküteriler et ve işlenmiş et ürünleriyle dolu maalesef. Her gün kitlesel olarak tonlarca hayvan öldürülüyor. Kesilip biçilip sofralarımıza getiriliyor. Dünya nüfusunun yeterli alım gücüne sahip olan çok geniş bir kısmı, her gün veya her öğün et yiyor. Hal böyleyken, vejetaryen ya da vegan bile olmayanların, Kurban Bayramı'na ateş püskürmesi çok anlamlı gelmiyor insana.
Diğer mesele de şu. Bir gün vegan ya da vejetaryen olabileceğime maalesef çok ihtimal vermiyorum. Böyle bir iddiam yok. Fakat endüstriyel et üretiminin hayvanlara yönelik nasıl bir zulümle sonuçlandığını derinden kavradıkça, evdeki et tüketimini dikkate değer biçimde azaltmaya çalışıyoruz. Bu çabanın anlamsız olduğu söylenemez bence. “Yarım vejetaryenlik” iddiası filan da değil bu, kabaca daha az “zarar” verme çabası. Çünkü et yemeye tümüyle son verilemiyorsa, hiç değilse tüketilen et miktarı azaltılabilir. Bu azaltmaya bağlı olarak bir iki kuşak sonra tümüyle etsiz bir beslenme kültürü de gelişebilir. Dünya et tüketimi sadece yarı yarıya bile azalsa, bunun hayvan haklarını ve çevreyi koruma adına muazzam sonuçlar doğuracağı da açık.
Çubuğu o kadar bükmemek lazım yani. Ya hep ya hiçle olmuyor bazen. Çubuk bükülünce karşı uçla buluşuyor ve karşıtına dönüşüyor. Bu her zaman böyle.
Hayal meyal hatırladığım tilki sesine ve tilkiye “Sabuuuun” diyerek ses veren bir anneannenin yamacında geçen çocukluğa gittim yazıyı yazarken. Hey gidi... Belki suya sabuna dokunmakla ilişkili bilinçdışı bir süreç işledi, bilemiyorum. Bu coğrafya, dünyanın en normal şeyiymiş gibi, kefen kumaşını ölümünden yıllar önce satın alıp, iki kalıp yeşil sabunla birlikte dolabına kaldıran nenelerin coğrafyasıydı. Sabun belki de bu nedenle aklıma düştü... Kendi adıma o dönemlere ve o hayatlara tanıklık etmiş olmaktan, kapsayıcı bir yaşam kültürü oluşturma ve çubuğu çok bükmeksizin düşünen bir varlık icra etme çabası bakımından sonsuz fayda gördüm. Bu deneyimi paylaşmış kuşakları başkalarının dünyasına belirli bir esneklik ve anlayışla yaklaşma bakımından şanslı buluyorum. Daha esnek bakışlara sahip olmaksızın bir şeyi dönüştürmek mümkün değil çünkü. Kurban kesme ya da et yemeyi ısrarla katliam ve canavarlık olarak adlandırdığımız müddetçe dönüştürme şansını da elden kaçırmış oluruz.