YAZARLAR

Vedat Milor, tevazu, popülerlik

Vedat Milor’la sosyal medyada bir konuda fikir beyan eden herhangi birine ya da öne çıkan her yazarla ‘tuvalet kağıdı’ diye eleştirilen kitaplara yaklaşık aynı hınç, aynı öfke, aynı ihtirasla yaklaşılınca çıta mıta kalmıyor ki ortada. Popüler olan her şey ve herkesin alaşağı edilmeye çalışıldığı bir ortamda sırtını dayayacağı bir yer yoksa sinirleri çelik gibi sağlam ve/veya yaptığını gerçekten, tutkuyla seven insanlar üretmeye devam edebiliyor.

Bilgiyle ve bilmekle ilişkisi çok sorunlu bir toplumuz. Bilgiye sözde değer veririz ama ‘bilen’den pek hazzetmeyiz. Bir şarkıyı sevip sevmemek kadar basit bir seçimde bile kanaat önderlerine ihtiyaç duyulur. Anlaşılması yoğun bir zihin mesaisi gerektiren, dünyaya bakışı zenginleştirebilecek eserlerden çoğunlukla uzak durulur. Ama geniş bir kesime hitap eden, bilgiyi sırça tahtından indirip anlaşılır kılana da şüpheyle bakılır, hemen ‘popülist’ damgası yapıştırılır. Popülerlik hem bir arzu hem de nefret konusudur.

İkisinin ortasında duran, bir denge kurmaya çalışan insan ve ürünlere de şüpheyle yaklaşılıyor bizde, işin fenası. Ak ve karaya karşı konum almak kolay çünkü, ara alanları, melezi, ‘gri’yi değerlendirmekse iştirak ve sorumluluk gerektiriyor. Daha önemlisi de, kendi eksikliklerimizle yüzleşmeye zorluyor bizi.

Tevazuyla ilişkimiz de bilgiyle, bilmekle ilişkimize benziyor.

Kibir, yapılanlardan çok yapılmayanlarla belli eder kendini. Çoğu kez oturduğu yerden kendine bir konum biçer, olaylara fazlaca karışmaz, iki adıma karşılık bir adım atar, sessizce yargılar ve yönlendirir. Pasif agresiftir, diyeceğini dolaylı biçimlerde ya da başkaları üzerinden söyler. Anlamaktan, diyalogdan çok iktidar kurmakla ilgilidir.

Üretmekten çok yargılamaya ve manipüle etmeye yatkın olmak, bunu yaparken de kendini olabildiğince az riske atmak, gerçek kibir böyle bir şey. Tevazuyla çok sık karıştırılıyor maalesef.

Sahte tevazu, bizde en sevilen. O mırmır, ne dediği anlaşılmayan, takdiri başkalarına bırakmış gibi görünürken tahtına sıkı sıkı yapışan pasif agresyon. Eğlendirdiği müddetçe ortalığı karıştıran ‘kötücül’ de seviliyor çünkü zaaf ve çamur seviliyor. Çamurdan, elimizi yıkamakla arınabileceğimizi düşünüyoruz. “Cehennem başkalarıdır,” en çok alıntılayıp üstüne en az düşündüğümüz Sartre sözü bence.

.

Hem bilen, hem de tevazu sahibi insana ise yüklenildikçe yükleniliyor. Hele bir de kendini açıklamaya, diyalog kurmaya çalışıyorsa, yandı. Ne münasebet canım. Bir yere gelmiş insan koltuğuna gururla yayılmalı, öyle her şeye cevap vermemeli, ne o öyle, ünsüz gibi.

Bu konuda Nuri Bilge Ceylan’ın bir röportajında söylediği, sıkça da alıntılanan sözler çok isabetli: “Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz…”

Vedat Milor son zamanlarda bu çarpık tevazu anlayışından en çok nasibini alanlardan. Alanındaki uluslararası yetkinliği tartışılmaz olsa da bildik anlamda bir gurme, yemek eleştirmeni değil sadece. Gastronomiden yola çıkarak ülkeye, topluma dair de bir şeyler söylüyor. Yazılarında sosyoloji, felsefe, iktisat, her şey var. Ama insanın suratına suratına fırlatılan bilgi hamurları şeklinde değil. Her şey kısık ateşte, mutfak ortamının sıcaklığı, tatlılığı içinde anlatılıyor.

Çok sakin ve tonton bir yapısı var. Deniz kenarında bir mekânda yemek yerken denize düşen telefonunun ardından beş saniye bakınıp ‘hay Allah, n’apalım’ diye yemeğe devam etmesi galiba mizacını en iyi anlatan video.

Seveni çok ama yüklenen de çok. Bir parça talihsiz bir zamanlamayla da olsa gayet esprili bir tutumla bin yıldır sosyal medyada tartışılan ‘menemen soğanlı mı olur soğansız mı’ mevzusunu anketleştiriyor. Rekor katılım gerçekleşiyor, herkes fikrini beyan ediyor. Ama bu niyeti ve sınırları çok belli anket nedeniyle bile elitist, beyaz Türk, ülke gerçeklerinden uzak diye yerden yere vuruluyor.

Yurt dışında yetişmiş ama çokkültürlü olmaya, Türkçe konuşmaya önem veren 16 yaşındaki kızına kargocunun kaba bir davranışından dert yanıyor samimiyetle. En küçük hakaret  “derdini s…yim”den başlıyor. Bir takipçisi “bunlara laf anlatılmaz, ana bacı yapın” gibi bir şey demiş, ona bile “ama annesinin Twitter hesabı yok ki” diye cevap vermiş. Öyle bir bağra basılasılık, pamuklara sarılasılık. Yine de ne ırkçılığı kalmış, ne halden bilmezliği, ne elitistliği, kibirliliği.

İki-üç gün önce mesela, “ekonomi oku çöpe at, sosyolojide master yap, çöpe at, sonra sen gel damak tatçısı ol,” diye eleştirilmiş. Buna da tatlı tatlı cevap vermiş. “Rasyonel olan okuduğunuz alanın sizi ömür boyu tutsak etmesi değil, eğer imkan varsa (biliyorum, hiç kolay değil,) tutku duyduğunuz bir işi yapmak,” demiş.

Kendisine yazılanlara sabırla ve nezaketle cevap verdiği, arada bir ülkenin kara gündemine mutfak cephesinden bir şeyler sızdırdığı için tribünlere oynamakla, popüler kalmaya çalışmakla suçlandığı bile oluyor. Bu durumlarda da en hassas davrandığı konularda yanlış anlaşılmanın kendisini ne kadar üzdüğünden bahsediyor. Yine de sataşmalar biteceğine artıyor.

Tüm bunların en önemli sebebi lafta tevazuyu seven bu toplumda mütevazı insanın kolay hedef, kum torbası gibi görülmesi. İşini çok seven, ünlü ve mütevazı olan hele, egzotik meyve kadar anlaşılmaz bir şey hâlini alıyor. Kime, neye sardıracağını şaşırmış yaygın mutsuzluğun yarattığı, gömleğiyle kavgalı hâl de buna eklenince Türkiye’nin görüp görebileceği en hazımlı, yumuşak insanlardan biri olan Vedat Milor’a karşı tutum bile bu oluyor.

Bunca haksızlık, liyakatsizlik ortamında bula bula kime kafayı takabildiği, bir insanın debisini en iyi ele veren şeylerden biri. Toplumun zihni maalesef büyük oranda böyle çalışıyor. Bir biçimde yapıp ettiğiyle öne çıkan herkes, her şey öne çıktığı oranda aşağı çekilmeye çalışılıyor. Acı alayın nefrete, nefret söyleminin şiddete dönüşmesi de o kadar hızlı oluyor ki, eleştiri asla eleştiriye benzemiyor. At izi ‘hit’ izine, kişisel duygu ve çıkarlar her şeye karışıyor.

Yazının başlığındaki popülerlik meselesine bağlayacağım sözü. Son günlerde ekonomik krizle beraber yükselen tuvalet kağıdı fiyatları özellikle yayıncılıktaki kağıt krizi bağlamında pek çok espriye ve giydirmeye konu oldu.

Son yıllarda, sanıyorum sosyal medya fenomenlerinin kitaplarıyla başlayan bir ‘tweet gibi kitap’ geleneği, WattPad yazarları, bloggerlar, vloggerlar, Instagram fenomenleri derken aldı yürüdü. Bunların bazılarının kalitesiyle ters orantılı biçimde, yüz binleri aşan baskılar yapması çok konuşuluyor, eleştiriliyor. Eleştirilebilir de. Ama sanırım burada gözden kaçırılan, burada söz konusu olanın ‘iyi edebiyat’, ‘kötü edebiyat’ değil, edebiyat olmadığı. Bir biçimde bu aforizma, atar gider jeneratörü türler geniş bir kitlenin bir ihtiyacına denk geliyor ki, bu kadar alınıyor, okunuyor.

‘Arz-talep meselesi’ gibi basit bir denklemden bahsetmiyorum. Anlatmak istediğim, popüler olana, bir biçimde öne çıkana kalitesinden bağımsız olarak giydirme eğilimi bu derece yüksekken ‘nitelikli çoksatarlık’ın oluşturduğu boşluğun elbette bir biçimde dolacağı.

Vedat Milor’la sosyal medyada bir konuda fikir beyan eden herhangi birine ya da öne çıkan her yazarla bahsi geçen bu kitaplara yaklaşık aynı hınç, aynı öfke, aynı ihtirasla yaklaşılınca çıta mıta kalmıyor ki ortada. Popüler olan her şey ve herkesin alaşağı edilmeye çalışıldığı bir ortamda sırtını dayayacağı bir yer yoksa sinirleri çelik gibi sağlam ve/veya yaptığını gerçekten, tutkuyla seven insanlar üretmeye devam edebiliyor.

Bu tartışmaların dünyada çoktan demode bir hâl aldığı günümüzde liyakatla popülerliğin zaman zaman yan yana yürüyebileceğini kabul etmek, hedef kitlesi bambaşka olan uç örnekleri dile dolamaya harcanan enerjiyi iyi olanı desteklemeye yönlendirmek gerekiyor. Aksi durumda bu tür eserler çoksatarlığından bir şey kaybetmiyor. Ama belki daha iyisini yapabilecek ‘hassas ruhlu’ yazarlar veya kendini henüz hiçbir ortamda gösterecek şansı bulamamış çok genç insanlar bu edebi klancılıkla linç arasında gidip gelen ortamdan ürküyor. ‘Zaten yapamam, bizde yapılmaz’ duygusuna yenik düşüyor. Baştan kaybediyor. Sırf yazı değil, yaratının çoğu alanı için geçerli bu. Nitelikli insanların çoğu, küsüyor.

Hangi alanda olursa olsun işini severek, iyi yapan, diğer insanlara da nezaket ve saygıyla yaklaşan kişilere bu kadar çamur atmamak gerekiyor. Aksi durum şikayet edilen kanalizasyonu besleyen bir kibirden başka bir şeye hizmet etmiyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.