YAZARLAR

Cumhuriyet kalesi kimden geri alındı?

Cumhuriyet, birkaç gündür ardı ardına istifa eden ya da işlerine son verildiği bildirilen değerli bir gazeteci kadrosu sayesinde yaklaşmayı başardığı, Kürt meselesinin barışçı çözümü perspektifinden çekilip koparıldı. Olan sadece bu da değildi. Cumhuriyet, Alevi meselesinde -aslında zaten bir türlü layıkıyla yaklaşılamayan- eşitlikçi, ayrımcılık ve asimilasyon karşıtı perspektiften de büsbütün uzağa düştü.

Geçtiğimiz cumartesi günüydü, Cumhuriyet gazetesinde önceki gün gerçekleşen yönetim değişikliği ile ilişkili haberleri okuyordum. Bir haber mecrasından diğerine gidip gelirken, bir anda İranlı şair ve aktivist Ramin Hossein Panahi’nin idam edildiği haberi karşıma çıktı. Ağzımdan gayri iradi bir “Ah, ah, ah” sesi yükseldi. Sanırım bu idamın erteleneceğine ve hiç gerçekleşmeyeceğine inanmayı çok istemişim. Kahredici haber çok açıktı oysa. O dakikalarda Cumhuriyet’te kimlerin gidip kimlerin kalacağını düşünüyor olduğumdan, Panahi’nin idamıyla ilişkili haber de zihnimde bir şekilde bu konuyla ilişkilendi. Aynı karanlık ve aynı çıkışsızlık duygusu bu iki konuyu birbirine ekledi. Ama doğru ama yanlış, Cumhuriyet bundan sonra Panahi’lerin adını anmaz diye düşündüm...

Ertesi sabah sevgili Çiğdem Toker’in yazısını okudum. “Hoşça kalın” diyordu. Bütün diğer yazıları gibi net, ahlaklı ve hesapsız bir yazıydı. Sonra Uğur Dündar’ın “Cumhuriyet’in Kalesi Geri Alındı!” başlıklı yazısına rastladım. “Kimden geri alındı” diye sordum ister istemez. Çiğdem Toker’den mi? Ahmet İnsel, Aydın Engin, Bağış Erten, Bülent Şık, Erdem Gül, Kadri Gürsel, Kemal Can, Kemal Göktaş, Melis Alphan veya Tayfun Atay’dan mı? Yazılarına ara verdiğini açıklayan Özgür Mumcu’dan mı? İsmini atladığım birçok kıymetli gazeteciden, gazete emekçilerinden ve okurlarından mı? Kaleyi tam olarak kimden ve kimlerle birlikte geri aldınız? Uğur Dündar’ın yazısını okumaya başladım sonra. Bu kadar afili ve bu kadar iddialı bir başlığın altında kendisine ait olan cümleler sadece yazının en sonundaki birkaç cümleydi. Zorlu bir mücadelenin sonunda, Cumhuriyet’in kalesinin yeniden Cumhuriyet’e gönül verenlerin elinde olduğunu müjdeliyordu.

Aslında söyleyecek bir lafı yoktu Uğur Dündar’ın. Bir kale geri alınmıştı alınmasına ama Uğur Dündar buranın ne tür bir kale olduğunu ve kimlerin işgalinden kurtarıldığını tarif etmekten acizdi. Bu yüzden de Uğur Mumcu’nun her biri ayrı vesilelerle yazılmış ve söylenmiş sözlerini bağlamlarından kopararak bir aforizma sağanağına dönüştürmüş ve yağdırmıştı köşesine. Uğur Mumcu’nun da kemiklerini sızlatıyordu bana kalırsa. Kullandığı “geri alınmış kale” metaforu, ihbarcılık ve şaibeli bir dava süreciyle damgalanmış bir yönetim değişikliği sonrasında, işine son verilen ya da kendileri istifa eden çok sayıda kıymetli gazeteciyi “düşman” hanesine yazarken, Uğur Mumcu’yu da gerçekte hiçbir yakınlık hissetmeyeceği bu nefret yüklü ve kof düşünceye dayanak yapmaya çalışıyordu.

Cumhuriyet gazetesiyle ilişkili yazı ve yorumları okumak da bir iki gün çok güç geldi doğrusu. Ne zaman haberlere bakmaya kalksam, Ramin Panahi’nin bir fotoğrafı da bu haberler arasında karşıma çıkıyordu. Panahi’yle ilgili hiçbir haberi okumaya gerçekten gücüm yoktu. Sonra bir an geldi ve sanırım bu gayri iradi kaçınmaya da bir son vermek için Cumhuriyet gazetesinde Panahi ile ilişkili haberleri doğrudan bir taramak istedim. Ramin Panahi’nin kısa hayatı, tutukluluğu ve idamı Cumhuriyet gazetesinde bir hafta içinde yayımlanan üç habere konu olmuştu. İnternetten taradığımda bu üç haberi bulabilmiştim. En başta 3 Eylül 2018 tarihinde yayımlanan bir haber vardı. Şöyle diyordu; “HDP'li vekil polis tarafından tartaklandı: Suçu 'Panahi asılmasın' demek”. Son haber 8 Eylül tarihliydi. “İranlı aktivist Panahi idam edildi” diyen ve ayrıntılı sayılabilecek bir biçimde idamı ve öncesini anlatan bir haberdi. Gazetede yönetim değişikliğinin gerçekleştiği güne ait bir haberdi. Bu iki haber arasındaki bir tarihte de Panahi’nin annesinin çığlığına yer verilmişti, “Yalvarırım engel olun” diyordu anne...

Cumhuriyet’in bitirilmesiyle, Panahi’nin idamının çakışması çok hazin bir tesadüftü elbette ama zihin bu tesadüfü birlikte işlemeye de başlıyor bir kere. Bir anlamda da bir tesadüf tesadüf olmaktan çıkıyor. Birlikte değerlendirmeye, iki olayı birlikte okumaya başlıyorsunuz. Birkaç gün önce Panahi hakkında Cumhuriyet gazetesinde yer alan haberleri, Uğur Dündar’ın yeniden fethedildiğini müjdelediği bugünün Cumhuriyet kalesinde bulamayacağınızı düşünüyorsunuz. Bu haberlerden ilki, Panahi’nin, yani bir “rejim düşmanı”nın, aktivistliğini vurgulayan bir haber olmasının yanı sıra, idama engel olmak isteyen HDP’li bir vekilden söz etmesi nedeniyle de kendine orada yer bulamazdı gibi geliyor insana. Hele HDP’li vekil Filiz Kerestecioğlu’nun polis tarafından tartaklandığı bilgisi, Kerestecioğlu’na sahip çıkar nitelikteki cümlelerle birlikte asla verilemezdi gibi geliyor insana.

Türkiye’nin millici, yerlici ve derin ittifakı, dünyanın herhangi bir köşesinde bir Kürd'ün hayatı ve bir rejim karşı karşıya geldiğinde, dünyanın en zalim rejimi bile olsa, tercihini tehdit altındaki o hayattan yana kullanmaz diye düşünüyorum. Her sene onlarca gencecik Kürd'ün meydanlarda vinçlere asıldığı İran söz konusu olduğunda da böyledir. Fizan söz konusu olduğunda da... Bu yüzden de, zalim bir rejimin karşısında duran 24 yaşındaki şair ve aktivist Panahi’nin tek fotoğrafı, onu tereddütsüz “terörist” safına yazdırır. ABD’nin 11 Eylül saldırılarından birkaç hafta sonra Afganistan’ı bombalayarak başlattığı “terörizme karşı küresel savaş”la ilişkili olarak, Judith Butler’ın bir yazısında çekingen bir üslupla sorduğu, ulusal egemenliğe meydan okunduğunda illaki saldırganlaşmak mı gerektiği ya da devletlerin de terörist faaliyetlerinin olup olmadığı minvalindeki sorular, bağlam böyle olduğunda, İran karşısında sorulamaz. Suriye’de, yüzyılın vahşet örgütlenmesi IŞİD karşısında, canını, malını, çoluğunu çocuğunu kurtarma adına savaştığında da Kürd'ün yanında durulmadığı sır değildir.

Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğinin bunlarla ne ilgisi var diyeceksiniz belki. Cumhuriyet'i geri alan ittifak, Türkiye’nin millici, yerlici ve derin ittifakıdır. Bu nedenle bu olay milli ittifakın hassasiyetleri ve kırmızı çizgileriyle ilişkisi çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğini kalenin geri alınması olarak sunan Uğur Dündar bu ilişkiyi de en açık biçimde ortaya koyuyor zaten. Cumhuriyet'teki yönetim değişikliği olayının, Uğur Dündar’ı ve okuyucularını, diğer bir deyişle AKP karşısında en sert muhalefeti ve de en soldan yürüttüğünü zanneden taifeyi, tivitırdaki AK troller, Sabah okurları ve A Haber izleyicileriyle aynı sevinçli baş dönmesinde buluşturması da bu hassasiyetlerle ilişkilidir.

Cumhuriyet, birkaç gündür ardı ardına istifa eden ya da işlerine son verildiği bildirilen değerli bir gazeteci kadrosu sayesinde yaklaşmayı başardığı, Kürt meselesinin barışçı çözümü perspektifinden çekilip koparıldı. Olan sadece bu da değildi. Cumhuriyet, Alevi meselesinde -aslında zaten bir türlü layıkıyla yaklaşılamayan- eşitlikçi, ayrımcılık ve asimilasyon karşıtı perspektiften de büsbütün uzağa düştü. Evrenselci sosyalist değerlerden, yurttaştan ve doğadan yana, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği özgürlüğünden yana bir dünya düşünden de yeni Türkiye rejiminin yargısı ve yandaş basınıyla kol kola verdiği bir destek sayesinde uzaklaşmış oldu. Gidenlere ve gelenlere baktığımızda bunları rahatlıkla öngörebiliriz.

Meşum kırmızı çizgiler ve “nefret,” Cumhuriyet’i bitirdi de diyebiliriz. Bu konuyu tarihsel bir perspektifle ele alan iki önemli yazıyı Ragıp Duran ve Oya Baydar yazdı. Okunması gereken yazılar ikisi de. Cumhuriyet’i Aydınlık, Sözcü, Oda TV çizgisine teslim etmek isteyenler kazandı. Yönetim değişikliği sonrasında bu çizgiden kendini ayırarak istifa eden isimler de tesellimiz olsun. Aslında bu çizgideki yeni bir gazeteye de hiç ihtiyaç olmadığından, kapanışa giden ve kısa süreceği açık olan bir geçiş dönemi yaşanacağını da öngörebiliriz. Zira Cumhuriyet’in kendini bu şekilde, bu kadroyla ve bu ekonomik krizde sürdürmesi imkansız görünüyor. Millici derin ittifaklarla perinçeklenmiş bu gazetenin siyasi iktidar tarafından desteklenmesinde yarar görülmesi durumu değiştirebilir tabii.

Hakikaten niye desteklenmesin ki? Her kritik konjonktürde göz yaşartıcı bir hevesle akıl almaz iç ve dış politika kararlarına destek vermiş, fakat her nasılsa kendini en “muhalif” zanneden kafası karışık bir okur grubunun yeniden sımsıkı sahipleneceği bir gazeteden AKP’ye zarar gelmez... Böyle bir gazetenin varlığının, yokluğundan daha “kullanışlı” olacağı açık. Tek sorun bu türden gazetelerin sayısının artması olabilir. Sözcü, Oda TV, Aydınlık ve Cumhuriyet. Birbirlerini yemeye başlamasınlar da...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.