Sürgün ile muhreç
Baydar’ın dediği gibi: “Geri döndüğünde hiçbir şey bıraktığın gibi değildir. Her şeye rağmen doğup büyüdüğün topraklara dönmek istersin. Hele belli bir yaşın üstündeysen yabancı bir kültür seni içine almaz.” Sürgün için de, muhreç için de geçen uzun yıllar bir yabancılaşma süreci olacaktır. Sistem, kurumlar, makamlar, mevkiler, onları işgal eden eşkâller değişir. Bıraktığın yerden devam edemezsin.
Ahmet Abi (Abakay) uzun yıllar önce, ben gazetecilik eğitimine yeni başlamış bir stajyer, o tecrübeli bir muhabir olarak ANKA Ajansı’nda birlikte çalışıyorken, hazırladığı Politik Sürgünler kitabını hediye etmişti bana. İlk o kitapla duymuştum sürgünün sesini. Sonra çok dinledim, çok okudum, çok izledim sürgünlük hikayelerini. Dönüp dolaşıp onun eski şarkılarına tutunuyoruz ama ne yapalım, Politik Sürgünler’i okurken de, kafamda hep kendisi de aynı travmayı yaşamış olan Livaneli’nin “Sürgün”ü çalıyordu: “Fırtınada, ak ayazda, sürgün her nefeste hep yalnızdır. Gül açsa da, kuş uçsa da, görmez dargındır”.
Yakın zamanda Ebru Çapa’nın hazırladığı, Oya Baydar ile Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk adlı nehir söyleşisini okudum. Yıllarca gürül gürül çağlamış da, şimdi artık dingin akan bir nehrin içinden akıp gider gibi akıyordu satırlar. Baydar’ın hayat hikayesine, hem içeriği, hem de tarzıyla şimdiye kadar okuduğum en etkileyici metinlerden biri olan Bir Dönem İki Kadın’da, o Melek Ulagay’a anlatırken kulak misafiri olmuştum. Öyle bir kitaptı o. İki kadın, biz okurlar hiç yokmuşuz gibi söyleşiyorlardı adeta. Kitap aynı dönemi, benzer coşkular ve acılarla yaşamış, aynı görüşlere bağlanmış iki kadının, sohbeti değil, hasbihâliydi. Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk’u aynı şeyleri tekrar mı duyacağım, tereddüdüne rağmen alıp okudum. Evet, önceki kitapta anlatılan birçok şey anlatılıyordu. Ama burada farklı olan, bu kez sadece Baydar’ın geçmişine, hayaline, hüznüne, ümidine, neşesine odaklanan anlatının onunla duygudaşlık kurabilme, kimi zaman da didişme imkanı vermesiydi. Yazının asıl niyetine geçmeden önce, gözüme bir özgüven abidesi, psikolojideki ifadesiyle tam bir “sağlıklı yetişkin” gibi görünen Baydar’ın tüm kırılganlığı ve zaaflarıyla kollarımın arasına düşüverdiğini ve bunun bende uyandırdığı şaşkınlık ve yakınlık hissini de sizinle paylaşmak isterim. Orada bir yerde kendiyle ilişkisini sizinkine benzer biçimde kuran, kendisiyle alay edebilen, manasız hırçınlıklar yapabilen ama olgunlaştıkça da daha anlayışlı olan, dünyaya sizinkine çok benzer bakan birileri var. Çok iyi gelmez mi insana?
Şimdi sadede geliyorum. Oya Baydar, hayatının 12 yılını sürgünde geçirmiş ama ondan önceki yıllarda da işsiz bırakılmış, hapse atılmış, hep tehdit altında olmuş, uzun süre kaçak olarak yaşamak zorunda kalmış, sistemin dışına itilmiş bir kadın. Dilini bilmediği bir ülkeye, Almanya’ya henüz bebek olan oğlunu geride bırakarak kaçmak zorunda kalmış. O kadar yılda dil öğrenmiş, iş, eş-dost edinmiş ama sürgün psikolojisinden kurtulamamış. Diyor ki: “Mültecilik ya da sürgün psikolojisinde insanın canını acıtan başka bir şey daha var. Yapabileceğin şeyleri yapamamış olma, bir şeyleri kaçırmış olma duygusu… Hele ki bavulların üstünde oturma hali uzun sürmüşse, mesela bizim gibi 12 yılı buluyorsa, bu süre hayatından koparılmış, yitirilmiş bir zaman dilimi gibi geliyor insana.”
Baydar’dan bunları duyduğumda, akademide son iki yıla yayılan ihraç sürecimiz canlandı gözümde. Barış imzacıları olarak bizler de, yapabileceğimiz çok şey olduğunu düşündüğümüz, kendimize bir gelecek inşa etmeye çalışıp büyük ölçüde de başarılı olduğumuz bir dönemde, çok sevdiğimiz işimizden koparılmış yüzlerce insandık. 2016’da ilk ihraçlar başladığında, ilk kayıplar verildiğinde bir şeyler elden kaçmaya başladı. Belli ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Derken daha kapsamlı tasfiyeler geldi. Önce, öğrencilerin ve dostların ziyaretleriyle uzayan oda boşaltma faaliyeti. Odasındaki çiçekleri geride kalan sevdiklerine emanet edenler; duvardan sökülen çerçevelerin yerinde kalan ize dalıp gidenler; Adalet Ağaoğlu’nun Göç Temizliği’nde anlattığı türden bir hesaplaşmaya girişip, eline geçen her kağıt parçasıyla, her objeyle, her kitapla duygusal bir yolculuğa çıkanlar; sık sık toparlanma işine ara vermeyi gerektiren sarılmalar, ağlaşmalar, dayanışmacı söyleşmeler; basın açıklamaları, protestolar, polis saldırıları… Sonra işsizliğe, parasızlığa, mekânsızlığa alışma süreci. Biraz daha zaman geçtikten ve güncel siyasi gelişmelerden sonra geri dönüş ihtimalinin zayıflamasıyla yeni travmalar. Yırtılıp atılan ders notları, başından kalkılan tezler, kapatılan evler… Eski dostlarını yitirenler, ailesini, sevdiklerini geride bırakmak zorunda kalanlar, yeni bir şehre, hatta ülkeye göçenler. Ve maalesef, iradesiyle ya da hastalıklara yenik düşerek bu dünyadan göçenler. Kuyruğu dik tutma ile kendini bırakma arasında salınımlar. Yersiz alınganlıklar, kırılganlıklar. Baydar’ın da sık sık yaşadığı bir tecrübe: “Kendini öteki hissettiğin zaman karşındakinin en iyi niyetli sözleri bile batar.”
Bütün bunlara rağmen, büyük şehirlerde, kalabalık ve dayanışma içinde olanlar için haklılığın verdiği gücün galip gelmesi ve direngenlik. Daha yalnız ve yalıtılmış olanlar, baskı ve şiddete maruz kalanlar içinse kötümserlik ve içe kapanma. Hasılı, bir işten ziyade bir yaşam tarzını kaybedenlerin hissiyatı: Koşarken yavaşlar gibi…
Muhreç (ihraç edilmiş) Osmanlıca sözlükte “dışarı çıkarılmış” anlamına geliyor. Sürgün ile çok benzer bir anlama sahip yani. İradeleri dışında itilmiş, uzaklaştırılmış, itibarsızlaştırılmaya çalışılmış sürgün ile muhreç kendilerine yeni birer yaşam alanı kurmak zorundadırlar. Bu yaşam alanı, bir yandan devletin baskısı, yasakları, diğer yandan da sosyal dışlanma sebebiyle eskisine göre çok daha dar ve konforsuz olacaktır. Oya Baydar’ın eşi Aydın Engin ve oğulları Ekim ile Frankfurt’ta kurdukları yeni yaşam tam da böyle. Alışma ve mekân tutma süreciyle başlayıp geri dönme beklentisi ve ümitle yeşerirken, zamanın ve kötülüğün ağırlığıyla çöken karamsarlığı yenme çabası, her şeye rağmen hayatta kalmanın, hayata tutunmanın, direngenliğin güzelliği: “Zaman geçtikçe, çevreye alışıyorsun, kendine yer edinmeye başlıyorsun. Mesela hiç saksı çiçeği almıyorduk eve; hep vazo çiçeği… Sonra bir gün dayanamadım, kıpkırmızı bir saksı sardunya alıverdim.” Kedi de alıyor evine Baydar. Hem de birden çok. Ama bunların en unutulmazı Kedi Mektupları’nın kahramanı olacak Nina. Bir sürgünün yerleşik olma ile olmama arasındaki salınımını, tedirginliğini, hüznünü çağrıştırıyor kitabın kapağına da yerleşen Nina ile kıpkırmızı sardunya.
İmparatorluk’tan bu yana memleketimizin tarihi itham edilerek, karalanarak, şedit bir tavırla dışarı çıkarılan ve yıllar sonra aynı şiddetle, abartılı pişmanlıkla sarmalanıp içeriye davet edilenlerin de tarihi. Hiçbir şeyin uzun süre yolunda gitmeyeceğini, buna rağmen yokuş aşağı dörtnala koşan kötülüğün de bir durup soluklanacağını, daha doğrusu soluksuz kalacağını her yetişkin bilir bu yüzden. O gün geldiğinde, üvey baba sana kucağını açtığında koşarak atılmak istersin kollarına. Fakat Baydar’ın dediği gibi: “Geri döndüğünde hiçbir şey bıraktığın gibi değildir. Her şeye rağmen doğup büyüdüğün topraklara dönmek istersin. Hele belli bir yaşın üstündeysen yabancı bir kültür seni içine almaz.” Sürgün için de, muhreç için de geçen uzun yıllar bir yabancılaşma süreci olacaktır. Sistem, kurumlar, makamlar, mevkiler, onları işgal eden eşkâller değişir. Bıraktığın yerden devam edemezsin. Ama başka çıkış yolları, patikalar her zaman vardır. Nazım, bildiği bu hakikati Oya Baydar’a fısıldamışsa, Oya Baydar da aşkla ve devrimle harmanlanmış uzun hayatının hikayesini bu dizelerle nihayetlendiriyorsa ileriye dair umut beslemek hayalcilik sayılamaz: “Sabahın sahibi vardır. Gün daima bulutta kalmaz. Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri”.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI