YAZARLAR

Yokluğun terbiye ettikleri

Bir sabah, dedem İsmail Emre, kahvelerimizi yudumlarken “Evlât, bir zerrenin bile dışarıda kaldığı tevhid, tevhid değildir” demişti. Açıklamasını rica ettiydim, endişe benliğimi hemen sarmıştı zira; çünkü, ben değil bir zerreyi insanları, toplulukları, ülkeleri dışarıda bırakıyor burun kıvırıyordum, kimseyi beğenmiyordum.

Bazen gözyaşlarım benden önce oturur yazımın başına. Yoklukla terbiye olundum ben. Takip eden haftalarda, aylarda ve yıllarda ve yıllarca idrak edeceğim her ne ise, önce onun yokluğuyla kıvranırım.

Çay bardağımı tabağına koymamın şiddetinden çıkan sesin kabalığı örneğin; sonra düşüncelerimin hoyratlığı; yalnız olduğumda alelacele yutulan lokmalar; gereksiz uzattığım cümleler, kendini övmeler ile ustalıkla bezenmiş konuşmalarımdaki monolog havası ve benzer binlerce eylem bir şeylerin eksik olduğunu hissettirir önce; öyle bir eksiklik ki ağlatır; âdeta bir bilgisayar “arka planı” gibi beni takip eder. Sonra bir gün, bir an eksik olanın ismi düşer önüme; örneğin yukarıdaki sorgulamada eksikliğini hissettiren nitelik “zarafet” idi.

Bazen, eksik olanın ne olduğunu anlamak yıllarımı alır. Bir kez bulduktan sonra, başlarım bu sıfatı evimde, aşımda, işimde, düşüncemde, ruhumda, eylemimde misafir etmeye; yerleşmeye ikna oluncaya kadar rahat vermem, vazgeçemem. Kıymeti kendinden menkul kendime, lâ demeye mahkumken; düşüncelerime dönüp bakıp, olumsuzlama yapamadığımda nefesimin kesildiğini hissederken vazgeçmek de ne ola ki! Süreçlerin, sonuçların içeriği olduğunu, birinci elden deneyimleyip dururken anladım felsefenin anlatmak istediklerini.

Sonra, Avarelvâri, Puikgilimsi, Don Kişot tadında bir yanım da vardır. Tanrı’nın ilgilenmeye değer bulduğu tek yönüm belki de; yoksa, onları her gece sorguya çeken kötü kraliçenin gazabından kim koruyabilirdi bu zavallıları?

Tanrı’yla da kavgalıyım ben; Tanrı ile didişmeyenin Allah’ı olamayacağına inanalardanım. Hep bir hodri meydan, nârâ atan, boyundan büyük kılıcı sağa sola takıldığından düşüp duran; her savaşta yenildiğinden, kendisini artık izlememesi için Tanrı’ya yalvaran.

En sevdiğim şeyse, insan gözüne bakmaktır; olanaklı ise orada kaybolmak, gözbebeklerinden içeri çekildiğim kara nura kendimi bırakmak. İnsan gerektir buna, yaşayan insan. Polyanna’mı hiç kırmam, gönlümün düştüğü herkese inanırım. Goethe bir kez “İnsan kendini, yalnızca insanda tanır” demişti bana. Ona çok inandım, çırılçıplak soyunmaya hazır oldum. Bir de Hegel “İnsan olmak, anlaşmakta diretmektir” gibi bir şey mırıldanmıştı şarabını yudumlarken. Ne demek istediğini sorduğumda, açıklama yapmaya çalışarak, Château Haut-Brion’unu ziyan etmeyeceğini imâ eden bir bakış fırlatmıştı.

Bir sabah, dedem İsmail Emre, kahvelerimizi yudumlarken “Evlât, bir zerrenin bile dışarıda kaldığı tevhid, tevhid değildir” demişti. Açıklamasını rica ettiydim, endişe benliğimi hemen sarmıştı zira; çünkü, ben değil bir zerreyi insanları, toplulukları, ülkeleri dışarıda bırakıyor burun kıvırıyordum, kimseyi beğenmiyordum. Açıklamayacağını, öne eğilip başımı şefkatle okşamasından anlamıştım. Edepsiz bir günümdü: “Dede” dedim, “Açıklar mısın lütfen? Niçin, bir zen ustası gibi koan fırlatıyorsun şu huysuz, hadsiz aklıma?” Sesli ama lâtif bir kahkaha atmış; sonra, belli ki o en huzurda olduğu şeye, sessizliğe gömülmüştü. Dedim ya, sevdiğime inanırım, hiç sorgulamam; dedemi yüreğimi parçalayan bir sevgi ile seviyordum ama böylesi bir tevhidin olanaklı olabileceğini aklım hiç almıyordu. Bütünlük, tamamlanmışlık gibi olguların, benden fersah fersah uzakta olduğunu düşünüp, başka bir şeye yoğunlaşamıyordum. Sorunun cevabı kimsede yoktu: “Tevhid zor iş” “Ah ki ne Ah!” filân gibi yanıtlar alıyor, giderek bileniyordum. O zamanlar, tanıdığım bir bilge yoktu; yanıtını aklen de olsa alabileceğim bir felsefe kitabını okutacak kadar felsefe sevgiyse hiç yoktu. İnsan için olanaklı olmasa dedem bunu bana söylemezdi diyor; geriye dönüşü olmayan bir öykünmeye girdiğimi hissediyordum. O yıllarda bir gün, Lütfi Filiz’in, “Noktanın Sonsuzluğu” isimli kitabını okurken, “Tuzlaya kedi kılı düşse tevhid olmaz” cümlesini okuduğum zaman içime saplanan mızrağın verdiği acıyı hâlâ hatırlarım.

Uzatmayayım, bu sorunun yanıtını vermem tam iki yılımı aldı: Zerre bendim! Kâinatta her şey yolundaydı, zihnim dışında.

Dışarıda kalanın, zerrenin ben olduğunu anlamamla ilişkilerimdeki tutumum değişti. Zekice yapılmış iki analizle, paramparça edip, ardımda bıraktığım ilişkilerin vicdan azabıyla, uzun süre kavruldum. Uzun yıllar, değişmesi gerekenin, karşımdaki değil de “ben” olması gerektiğini unutmamaya çalışarak; alttan alarak, çatışmalar içindeki “ben”i cesurca eleştirerek; kontrol hastalığını küserek ortaya koyan korkak insanlara “ne olur küsmeyelim” diye yalvararak; tonlarca ağırlıktaki pek çok kabalığa rağmen “özür dileyerek” yaklaştım. Bunları hep o “zerre” uğruna yaptım. Bir çatışma içindeysem, “zerrece haksız değilim” diyemedim. Kendi nefs köpeğimi bağlı tutmaktan sorumlu olmak kolaydı; zor olan, karşımdakinin köpeğini havlatmamaktı ve bunun sorumluluğu bana aitti. Dostluk için, hakikisi için yıllarca paramparça olduktan sonra şaşırtıcı bir şey oldu: Dostluk kurma çabam kalmadı, derin bir sessizlik bıraktı ardında; dünyamdaki tüm yalanları da peşine takıp gitti. Karşılaştığım her insanda Tanrısal bir yan olduğunu biliyor, O’na sığınıyorum.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.