Murat Kubilay: Merkez Bankası çok geç kaldı
Uluslararası ekonomi ve finans uzmanı Kubilay: Merkez Bankası’nın hem açıklaması hem de attığı adım olumlu. Ancak çok geç kalındı. Bu adımların 2015’te ekonomik gidişatın geriye dönüşü olmaksızın kötüye gittiğinin anlaşılmasının akabinde atılması gerekiyordu. Şu noktadan sonra enflasyon dizginlense bile kalıcı bir düşüşe geçmeyeceğini söylemek zor bir kehanet olmaz... Esasında Merkez Bankası’nın bağımsızlığı da düşünüldüğü kadar masum değildir;
Türkiye ekonomisindeki sarsıntı devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası faiz artırımına gitti. Bunun yanında adeta bir kapalı kutu olan üçüncü havalimanı inşaatındaki işçiler, can güvenlikleri ve insanca çalışma talepleriyle iş durdurma eylemleri yaptı. Eylem yapan işçilerin yaklaşık 600'ü gece baskınıyla gözaltına alındı. Hâlâ büyük bir kısmı da gözaltında. Benzer biçimde Cargill, Flormar gibi firmaların çalışma koşulları ve sendikal haklara izin vermeyen yaklaşımları sebebiyle işçiler eylemler yaparak seslerini duyurmaya çalışıyor.
Bu hafta ekonomi söyleşileri dizinde uluslararası finans uzmanı Murat Kubilay ile Merkez Bankası kararını, iş bırakan işçileri ve Türkiye ekonomisinin durumunu konuştuk.
Nisan ayından bu yana genel olarak toplumun gündeminde kurdaki oynamalar var. Kur yükselişi ve düşüşü toplumun genelinde yakından izleniyor. Bu süreçte yakından takip edilen kurumlardan birisi de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB). Gündelik hayatta insanların takip etmemesi gereken bu durum sizce neden yaşanıyor?
Türkiye ekonomisi ciddi bir sıkışma içinde, bunun da “egzoz” kısmını kur oluşturuyor. Türkiye, zorlaşan koşullara rağmen hâlâ büyütülmeye çalışılıyor. Enflasyon ve işsizlikteki büyük patlamalar yapay ekonomi politikalarıyla sınırlı tutulmaya çalışılıyor. Kimi yerde ise toplanan verilerin güvenirliğine şüphe düşürecek müdahalelerde bulunuluyor. Ancak ne yaparsanız yapın gerçekleri sürekli söyleyen ve hükümetin asla kapatamayacağı bir çıkış var; döviz kuru. Dolayısıyla dolar gündeme sık geliyor, vatandaş ısrarla ekonomiyi kur üzerinden takip ediyor.
Peki Merkez Bankası’nın dövizle ilgisi ne?
TCMB, kanunu gereği Türk Lirası'nın (TL) itibarını yurt içinde ve yurt dışında korumak zorunda. TL’nin yurt içindeki itibarına fiyat istikrarı diyoruz; yurt dışındakine ise dolar karşısındaki istikrarı. Sokak diliyle belirteyim TL’nin içte ve dıştaki değeri Merkez Bankası’nın şerefidir.
SADECE MERKEZ BANKASI DEĞİL, HÜKÜMET DE ENFLASYONDAN SORUMLU
Sadece TCMB mi bundan sorumlu? Ağır bir yük olmuyor mu?
Elbette bu konuda birinci kurum Merkez Bankası olsa da bunun sağlanmasında hükümetin de görevi var. Örneğin maliye politikasını her ülkede hükümetler yapar ki tütün ve alkol üzerine uygulanan vergiler ile benzin ve doğal gaz fiyatları enflasyon üzerinde oldukça etkilidir. Ek olarak pek çok ücret asgari ücrete endekslendiği için ve kamu çalışanlarının oranı da önemli miktarda olduğu için ücretler üzerinde hükümetin etkisi büyük. Zaten, bu nedenle ilgili kanun itibarıyla bu iki kurum, enflasyon hedeflemesi yaparlar. Esas sorun bu hedeflemeyi yapabilmek için kullanılacak araçlarda çıkıyor. Örneğin TCMB’nin bu anlamda kullandığı araçlar: TL cinsi faiz oranları ve likidite ile döviz müdahalesi ve rezerv oranları. Dövizden başlarsak, TCMB’nin son on beş yılda biriktirdiği ciddi bir döviz rezervi var. Ancak Merkez Bankası’ndaki rezervlerin birçoğu özel bankaların Merkez Bankası'nda duran parası. Dolayısıyla TCMB’nin elinde yalnızca 30 milyar dolar dolayında net rezerv kalıyor. Türkiye’nin bir yıl içerisinde ödeyeceği döviz cinsi borcun 180 milyar dolar olduğu gerçeği altında; bu miktar çok cüzi ve haliyle TCMB bu aracı pek kullanamıyor. Bu durumda faiz ve likiditeye yönelmek zorunda. Likidite yönetiminin tanımı daha kolay. Türk Lirası'nın miktarını azaltarak/artırarak TL’yi daha cazip kılmaya çalışıyorsunuz. Likidite yönetimi Türkiye gibi ülkelerde çok sıkılırsa, iç ticari dengeler açısından sıkıntılar baş gösterir. Ticarette para dönmez, ödeme sistemleri tıkanır ve reel sektör işleyemez. Dolayısıyla bu konuda doğal olarak biraz müsamaha gösterilir. Bunun ikinci yöntemi de faizi kullanarak lirayı cazip kılma. Diğer araçları kullanmadığınız veya kullanamadığınız için faize yöneliyorsunuz. Tabii, bu ana araçlar dışında yan araçlar da var. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) gibi kurumların aldığı swap limiti sınırlamaları veya döviz cinsi borçlanma engelleri gibi politikalar mümkün. Ancak bunlar daha çok makro ve mikro ihtiyati politikalar çerçevesinde değerlendiriliyor. Amacınız döviz kuruysa bunun neticesinde enflasyonu dizginlemekse kısa vadede kullanacağınız ana silah faiz oranları. Kanunen o tetiği yalnızca Merkez Bankası Para Piyasası Kurulu çekebilir.
BAŞARISIZ YÖNETİCİLERİ MERKEZ BANKASI’NDA GÖREVLERİNE DEVAM EDİYOR
Merkez Bankası enflasyonla mücadele etmek gibi bir sorumluluğa sahip mi?
Bu Merkez Bankası Kanunu'nda açıkça yazıyor ve bankanın bir numaralı hedefi. Her yıl hedef enflasyon oranı belirlenir. Örneğin bizde son beş yıldır bankanın hedefi yüzde 5. Merkez Bankası bunun tutturamadığı zaman Bakanlar Kurulu’na açık mektup yazıp neden tutturamadığını izah etmek zorunda. Bir sonraki yıl neler yapması gerektiğini tüm topluma, yatırımcılara ve vatandaşlara beyan etme yükümlülüğü var. Kısacası Merkez Bankası'nın bu politikası ve hedefi bağlayıcı. Ancak bu noktada görüyoruz ki Merkez Bankası yönetiminde yer alanlar bu hedeflerin üzerinde gerçekleşen enflasyonlar sonrası, yani kayıtsız şartsız başarısızlıklardan sonra görevlerine çok uzun süre devam edebiliyorlar. Bu da şunu ortaya koyuyor: Demek ki Merkez Bankası’nı atayabilen ve denetleyebilen hükümet uygulanan politikalardan memnun.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusu da sanırım burada gündeme geliyor?
Türkiye’deki birçok kurum Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Sanıyorum uluslararası yatırımcıdan tepki çekmemek için bu adım TCMB için atılmıyor. Ancak başbakanlığı döneminden biliyoruz ki Erdoğan Merkez Bankası politikalarına müdahil, bunun da sonuçlarını yaşıyoruz. Döviz ve enflasyonda patlama yaşanıyor; finansal istikrar ile hane halkı alım gücü zayıflıyor. Ancak tüm suçu siyasilere atıp Merkez Bankası yöneticilerini aklamayı da kesinlikle doğru bulmuyorum. Bırakın sade vatandaşı, diğer birçok bürokrattan daha yüksek prestij ve özlük haklarına sahipler. Eğer bağımsız bir şekilde para politikası uygulamalarına izin verilmiyorsa ve bundan şikayetçiyseler, kamu etiği gereği görevlerini de bırakmaları gerekir.
MERKEZ BANKASI’NIN BAĞIMSIZLIĞI SANILDIĞI KADAR MASUM DEĞİL
TCMB’nin yıl sonunda hükümete açık bir mektup yazarak bu hedefini neden tutturamadığını aktardığını belirttiniz. Biz bu mektuba erişebiliyor muyuz?
Tabii, bu mektupların hepsi kamuya açık ve yayınlandığı dönemde gündem oluyor (1). Ancak Merkez Bankası’nı bir derecede denetlemek zorunda olan hükümet gereğini yerine getirmiyor. Çünkü Merkez Bankası’nı özerk bir kurum olarak değil, bürokrasinin doğrudan bir parçası olarak görüyor. Bunu da ben demiyorum, buna etki eden ilgili bakanlar ve dönemin başbakanı bugünün cumhurbaşkanı Erdoğan ifade ediyor. Esasında Merkez Bankası'nın bağımsızlığı da düşünüldüğü kadar masum değildir; politika yapımında halkı değil yatırımcıyı öncelik olarak alır. Ancak biz mevcut durumda henüz o eleştiriye sırayı getiremiyoruz. Bu konular Türkiye’den de öte de neoliberalizme ilişkin.
13 Eylül’de TCMB PPK toplantıdayken Cumhurbaşkanı Erdoğan, “faiz sebep enflasyon netice” açıklamasında bulundu. Faiz artırımını desteklemediğini söyledi bir nevi. Buna rağmen TCMB faizde artırıma gitti. Sizce TCMB burada bağımsızlık rüştünü mü ispatladı?
Burada iki grup ikna edilmeye çalışılıyor. İlki yabancı yatırımlar ikincisi iç kamuoyu. Yanlı medya dikkate alındığında iç kamuoyu bir şekilde en azından yerel seçimlere kadar buna ikna edilecektir. Türkiye’ye milyonlarca dolar yatıran, uzman dış yatırımcılar ise çok kolay ikna olmayacaktır. Bunu da karar açıklandıktan sonra dolar kurunda çok sert bir düşüş olmamasından anlayabiliriz. Burada şöyle bir soruya yanıt vermek gerekecek: Gerekli olması halinde bu kararların devamı gelecek mi? Ek olarak bu kararı destekleyici şekilde yıl sonunda kamu çalışanları ücretleri ve asgari ücretin belirlenmesinde yine enflasyonla mücadele göz önünde tutulacak mı? Bunları yaşayıp göreceğiz. Ancak şunu söyleyebiliriz MB yapması gereken asgari kısmı yaptı, hakkını verelim. Yalnız bu kararı abartıp "TCMB bağımsızdır" demek iyimserliğine de düşmeyelim.
Merkez Bankası’nın son toplantısında aldığı kararın dolar kuruna etkisi ne olacaktır?
Son spekülatif ataklardan sonra TL bütünüyle korumasız bırakılmıştı. Yani rakip takım saldırıyor, ancak bizim kalemizde kaleci yok. Bu nedenle dolar kuru çok rahat 7.20’ye gitti. Hatta çok daha fazla astronomik rakamlara gidebilecekti çünkü sürekli döviz alımı yapanlar kalenin boş olduğunun yeni yeni farkına varıyorlardı. O noktada doğru bir şekilde BDDK’nın swap müdahalesi geldi. Merkez Bankası’nın da aldığı bu ek kararla birlikte şunu anladık: TCMB bir süre daha kalede var. Dolayısıyla küresel piyasalarda büyük çalkantı veya yaşanmamış iç politik gelişmeler olmadığı sürece TL’de önümüzdeki 3-6 ayda çok büyük değer kaybı beklememek gerekir. Fakat bazı bilinmezler var; örneğin İdlib operasyonu ve ABD’deki Halkbank davası kararı. Özetle dolar düşürülemedi ama geniş bantta kur istikrarı sağlandı ki bu da önemli bir kazanımdır.
Faiz artışlarını bazı medya grupları “diz çökmek” ele alıyor. Bu ne derece doğru?
Bu teknik bir artırım. Piyasa faizlerindeki patlamanın bir nevi devletçe kabul edilmesi. Mesela iki yıllık gösterge tahvil faizi yüzde 24’ün biraz üzerindeydi ve bu artırım ile birlikte TCMB piyasayı yakalamış oldu. Unutmayalım esas olan piyasa faizidir; kredi ve mevduat oranlarının belirlenmesinde bu faizler temel alınır. Bu arada “diz çökmek” tanımının ciddi bir tehlikesi var; yıl başından bu yana Merkez Bankası faizleri neredeyse 1100 baz puan artırmış oldu. Öyleyse aynı medya gruplarının bu artışları hükumet ve Merkez Bankası diz çöktü şeklinde dile getirmesi gerekir. Bence bu kurumlar sözlerinde dikkatli olmalılar, çünkü bu tanımın ucu taraftarı oldukları Erdoğan’a uzanıyor.
Peki bu hamle stagflasyonu engeller mi?
Merkez Bankası’nın hem açıklaması hem de attığı adım olumlu. Ancak çok geç kalındı. Bu adımların 2015’te ekonomik gidişatın geriye dönüşü olmaksızın kötüye gittiğinin anlaşılmasının akabinde atılması gerekiyordu. Şu noktadan sonra enflasyon dizginlense bile kalıcı bir düşüşe geçmeyeceğini söylemek zor bir kehanet olmaz. Fakat bu tip hamlelerin devamlılığı gelirse stagflasyonun şiddeti azalır ki ben Cumhuriyet tarihinin en popülist hükümetinin böyle yapacağına hiç ihtimal vermiyorum. Çünkü bu saatten sonra bunu şok terapisiyle yapmanız gerekir ki neticesinde Türkiye’de çarkları bir anda durdurmuş olursunuz. Bunun yerine MB yerel seçimler yapılana kadar yurt dışı yatırımcılardan zaman kazanmaya çalıştı. Enflasyon ve TL’nin tamamen sınırsız bırakılmayacağını, yani Erdoğan’ın ifade ettiği “Faiz sebep, enflasyon netice” ekonomi modelinin tam olarak uygulamayacağını belirtmiş oldu. Yaklaşan krizin gerçek yüzü yerel seçimlerden sonra ortaya çıkmaya başlayacak.
TÜRKİYE YALNIZCA EN BÜYÜK EKONOMİK KRİZE DOĞRU İLERLEMİYOR; BİR BUHRANA DOĞRU DA SÜRÜKLENİYOR
Yani krizin sonunda değiliz? Hatta ertelenmiş daha büyük bir yıkım gelecek diyebilir miyiz?
Ben gerçeklerin vatandaştan saklanmamasından yanayım. Şu esnadan sonra en doğru politikalar uygulansa bile Türkiye ekonomisi iki yıl durgunluğa girer. Ancak bu olumsuz durum esasında en iyi senaryo. Ana senaryo durumun tamamıyla stagflasyona dönüşmesi ve beş yıllık bir süreye yayılması. Dahası var, beş yılın ardından da 2001’de olduğu gibi hızlı bir sıçrama yaşanmayacak. Bu senaryo çok olumsuz diye şikâyette bulunursanız eğer, size küresel ekonomilerle ilgili artan resesyon beklentisini söylemem gerek. Daha açık ifadeyle kapitalizmin merkezindeki ülkeler 1-5 yıl içerisinde 2008’den beter yeni bir ekonomik kriz yaşayacak gibi. Böyle bir durum gerçekleşirse Türkiye’nin durumu Yunanistan’a döner. Acı hayal gücümüzü geniş tutalım; Türkiye’de şu anda genç işsizlik oranı yüzde 19 dolayında. Yunanistan’da bu oran yüzde 60’a çıkmıştı ki son veriye göre hâlâ yüksek, yüzde 39. Üstelik Yunanistan krize Türkiye’nin üç katı kişi başına düşen gelir ile girmişti. Bu ön bilgilerden sonra ağzımdaki baklayı çıkarayım; Türkiye yalnızca Cumhuriyet tarihindeki en büyük ekonomik krize doğru ilerlemiyor; aynı zamanda bir buhrana doğru sürükleniyor. Büyük bir kriz ile buhran arasındaki temel fark sosyal patlamalar. Öyle ki bu tip patlamalar hiç beklenmedik zamanda ve mekânda gerçekleşir. Mesela 3. havalimanı inşaatı.
Son birkaç gündür havalimanı inşaatında büyük protestolar yaşandı, sanırım belirttiğiniz buhranını öncü şokları böyle olacak?
Döviz ve faiz soyut kavramlardır. Gerçek ekonomi insanların hayatına dokunandır; enflasyon ve işsizlikle başlar. Çünkü ekonomiler piyasalar için değil halk içindir. Ancak enflasyon ve işsizlikten beter olansa yoksulluk ve iş koşullarıdır. Havalimanında yaşanan haklı direniş işte bu iki durumun doğal sonucudur. Çalışanlar yoksul ve birer birer can kaybı yaşıyorlar. Halkçı ekonomistler şaşırmazlar bu duruma çünkü kapitalizm sıkıştığında ve savaş çıkaramadığında kendi kurtuluşunu yoksulun sırtına binip kaçmakta arar. Türkiye’nin tarihinde 15-16 Haziran 1970 eylemleri gerçeği vardır. O dönemde emekçi sınıflar yurdun birçok bölgesinde sömürüye karşı başkaldırmıştır. Bugün yaşananlar ise bundan sonra yaşanacaklara ilişkin bir işarettir. Bu haklı direnişin kısa sürede başarıya ulaşması belki uzak bir ihtimaldir ancak zaman içerisinde başka direnişlere ilham kaynağı olacağı kesindir.
'SOSYAL PATLAMA YAŞANABİLİR!'
Benzer sosyal patlamalar yaşanabilir mi?
Türkiye’de demokrasi kültürü İskandinav toplumlarındaki gibi gelişmemiş olabilir ancak Tanzimat’a dayanan ve Atatürk devrimleriyle güçlenen kalıcı bir ilerleme söz konusudur. 1950’den beri yapılan yalnızca tek bir seçim/referandumda otoriter rejimlere özgü yüzde 91 oy oranı çıkmıştır ki o da 1982 anayasası halk oylaması ve cumhurbaşkanlığı seçimidir. Yani son yıllarda yaşananlara rağmen Türkiye’de demokrasi hâlâ Rusya, Azerbaycan veya Suriye gibi ülkelere kıyasla gelişmiştir. Bu şu demek: Evet kesinlikle sosyal patlama mümkündür!
Toplum devlete ekonomi yönetimi konusunda olan güvenini kaybettiğinde bireysel çözüm yolları arar. Örneğin TL yerine dolara yönelir. Ancak bu tip bireysel çözümler yeter düzeyde servetiniz yoksa, işsizlikle karşılaştığınızda veya şirketiniz iflas ettiğinde fayda etmemeye başlar. Bu noktada çaresizlik içerisindeki insanlar kötüleşen yaşam koşullarının yarattığı enerji ile siyasilere olan tepkilerini yalnızca sandık yoluyla değil eylemlerle de göstermeye başlarlar. Bunun en benzer örneğini Yunanistan’da geçtiğimiz son 10 yılda gördük.
Havalimanında yaşanan vahşi kapitalizmi birçoğumuz biliyordu ancak baskıyla daha geniş çevrelere yansıması durduruluyordu. Şimdi gerçekler nihayetinde su yüzüne çıktı. Elbette yanlı basın nedeniyle bu gerçekler toplumun diğer yarısına ulaşmayacak; fakat Türkiye’de son yıllarda yaşananların laik-dinci, Sünni-Alevi, Türk-Kürt gibi eksenlerle açıklamanın eksik olacağını ortaya koyacak. Bu alanlarda da sorunlar vardır, elbette. Ancak büyük resimdeki esas gerçek kapitalist sömürüdür ve savaş yüzde 1’lik zengin kesim ile yüzde 99’luk halk arasındadır. Erdoğan’ın asli rolü siyasi İslam değildir; Türkiye’deki neoliberal düzenin sorunsuz çalışmasını sağlamaktır. Bu bana ait bir önerme değil; bizzat Erdoğan’ın kendi itirafı. Unutmayalım kendisi TÜSİAD toplantısında açık açık “Biz OHAL’i grevlerle mücadele edip iş dünyası rahat çalışsın diye kullanıyoruz” demiştir.
'KRİZ SÜRECİNDE VATANDAŞA LAYIK GÖRÜLMÜŞ OLAN GÖREV FAKİRLEŞMEK VE EZİLMEKTİR'
Aslında bakarsak diğer ekonomistler gibi siz de umut vaat eden bir öngörüden ziyade ertelenecek bir krizden bahsettiniz. Yoksulları emekçileri nasıl bir süreç bekliyor ve kurtuluş var mı?
Maalesef içine sürüklendiğimiz krizden bir çıkış yolu bulunmuyor. Her krizde varlıklı sınıf ya kendi kaçar ya da servetini kaçırır ve üstelik bu süreçte yüksek faiz ve dolar kurundan nemalanarak arsızca zenginleşir. Müflis şirketler ve zayıflayan bankaların yükü ise devlete ve haliyle vatandaşın sırtına kalır. Maalesef ezelden beri Türkiye’de dahil olmak üzere süreç hep böyle gelişmiştir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse kriz sürecinde vatandaşa layık görülmüş olan görev fakirleşmek ve ezilmektir.
Bu durumun tek bir çözüm yolu var, o da örgütlenmek. 100 yıl önce milli mücadele döneminde işgal ve baskıya karşı çok sayıda birbirinden bağımsız vatansever örgüt vardı. Emperyalizme ve istibdada karşı başarı yurt genelinde bağımsızlık ve hürriyet ilkeleri doğrultusunda bir örgütlenme kurulmasıyla sağlanabilmişti. Bugün de kapitalizmin yeni yüzü neoliberalizmin ve hortlayan istibdadın baskısı altında yaşıyoruz. İhtiyacımız olan örgütlenerek kurulu düzeni ve krizin bize fatura edilecek yükünü reddetmek. Yeni eksen sosyal adalet ve hürriyet olmalı. Zenginlerin sayısı az, sermayesi büyüktür. Vatandaşınsa sermayesi yoktur ama sayıca çokluğu bulunmakta. İşte örgütlenme bu sayısal çokluk üzerine kurulmalı. Dini ve milli hamasetlere kapılıp bölünmeden yüzde 1 zengine karşı yüzde 99 halk söylemiyle birleşilmeli. Bunu başarabildiğimiz müddette kurtuluşu yaşarız; aksi takdirde bir Erdoğan gider yerine daha güler yüzlü yeni birisi gelir ve biz yine aynı çileyi çekmeye devam ederiz.
M. Murat Kubilay kimdir?
Lisans eğitimini ODTÜ İşletme bölümünde tamamlayan Murat Kubilay, yüksek lisansını aynı üniversitenin işletme ve matematik bölümünde tamamlamıştır. Uluslararası ekonomi ve finans uzmanı Kubilay, belli bir süre bir finans sektöründe hisse senedi ve tahvil fonları yöneticiliği yapıp Londra King’s College’da doktora araştırmalarında bulunmuştur. Türkiye ekonomisi, finans-politik ve ekonomik kriz üzerine pek çok yazısı mevcuttur. Yazılarını ayrıca Rhetorica isimli blogda da paylaşmaktadır.
Mühdan Sağlam Kimdir?
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda doktorasını yapmıştır. Enerji politikaları, ekonomi-politik, devlet-enerji şirketleri ilişkileri, Rus dış politikası ve enerji politikaları, Avrasya enerji politiği temel ilgi alanlarıdır. Gazprom’un Rusyası (2014, Siyasal Kitabevi) isimli kitabın yazarı olup, enerji ve ekonomi-politik eksenli yazıları mevcuttur. Barış için Akademisyenler “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için 7 Şubat 2017'de çıkan 686 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir. 8 Kasım 2023'te Ankara İdare Mahkemesi kararıyla Mardin Artuklu Üniversitesi'ndeki görevine iade edilmiş, ancak 27 Şubat 2024'te İstinaf Mahkemesi kararıyla yeniden ihraç edilmiştir. 2017-2023 yılları arasında aralarında Gazete Duvar, Almonitor, Kısa Dalga ve Artı Gerçek'in de bulunduğu medya kuruluşlarında çalışmıştır.
Yapay zekanın açıldığı kapı: Nükleerin yeniden keşfi 30 Ekim 2024
Cumhuriyet'in 101. yılı: Demokrasi, laiklik, anayasa, eşit yurttaşlık 29 Ekim 2024
Etiyopya’nın darboğazına BRICS bir çare olacak mı? 25 Ekim 2024
'Çözüm Süreci'nde muhatap Erdoğan değil Bahçeli gibi görünüyor' 21 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI