Babamın tasarruf tedbirleri
“Hiç borç almadım. Verdim ama almadım. Kredi kartı kullanmam. Param kadar harcarım. Taksitle bir şey almayı sevmem. Devletin vaadi yerine gelmeden harcamam.”
Geçenlerde bizimkilere yaptığım aylık rutin ziyaretteydim. Babamla dışarı çıkacaktık. Kentsel dönüşümle yenilenen, yeni evlerinin iki asansörü vardı. Biri zemin, diğeri üçüncü katta bekliyordu. Biz ise yedideydik. Babam, üçüncü kattakini çağırdı ve bana dönerek, bilmiş bir şekilde “Hep böyle yaparım” dedi.
“Ne var Ben de öyle yaparım. Daha çabuk gelir.”
“Ondan değil, asansör eskimesin.”
Annem de, “Sen, babanı daha tanıyamamışsın” diyerek kapının eşiğinden onay verdi.
Babamı tanımaz mıyım? Hele konu paraysa. Ama afallamıştım, bu ince hesap karşısında.
Bu yazı, bir asansörden doğdu. Bu yazı, babamın hayata bakışının yazısı. Bu yazı, babamı anlama yazım. Sonrasında oturduk, iki saat sohbet ettik. Tırnak içleri, birebir babamın ağzından çıkanlar, gerisi ise benim hikayeleştirmem.
İşte babamın 79 yıllık tasarruf tedbirlerinin hikayesi:
Kesinlikle cimri değildir. Bana ve kardeşime paranın yokluğunu hiç hissettirmedi. İstediğimiz hiçbir şeyi almamazlık etmedi. Biz de sınırları bilirdik. Yine de çocuksun ama. Bir defasında, nasıl aklıma düştüyse, “dürbün” diye tutturmuştum. Bir türlü alınmadı, o dürbün. Neredeyse vazgeçmiş, unutmuştum. Bir gün, birden istediğimden çok daha güzeli ortaya çıkıverdi. Şu an bu satırları yazarken bile o anın heyecanını tüm canlılığıyla yeniden hissedebiliyorum.
Ama yine de sürekli para hakkında konuşur. Bir eksiklik, yokluk olarak değil. Kendisi farkında değil, fakat her sohbetinin içine sızar. Mesela dayımla yaptıkları gezilerde, annem gördükleri yerleri, ağaçları, çiçekleri, yöresel yemekleri keyifle anlatır. Babam da aynısını yapar. Fakat harcanan benzin, kaldıkları otelin fiyatı, yemeklerin kaça olduğu, kendiliğinden hikayenin parçası oluverir. Çocukluğumdan beri, babamdan dinlediğim hikayenin adıdır para.
Asansör meselesi onun için gayet doğal. Eski devlet memuru. “İnsan, çalıştığı kurumun masrafını kendi masrafı gibi görmeli. Asansör müşterek de olsa kendi asansörümmüş gibi dikkat ederim.”
Sümerbank’tan emekli. Artık böyle bir banka yok. Özelleştirildi. Yok edildi. İşe ilk veznedar olarak başlamış. Kasasının hiç açık vermemesi ile övünür. Yıllar sonra banka müdürü olduğunda da, onay verdiği hiçbir krediyi batırmamış. Şimdi nasıldır bilmem ama onun yıllarında, Ceyhan gibi küçük bir yerde, banka müdürü olmak çok prestijli bir makamdı. Veznedarlık ile başlayıp sonrasında şef muavini, şef, ikinci müdür ve nihayet müdür olması hayatının en büyük başarısıdır. Özellikle nereden geldiği, bugünlere nasıl ulaştığı düşünülürse.
Dedem, mahalle bakkalıydı. Adana’da, Büyük Saat civarında, daracık bir sokakta, eski bir dükkan. Öyle fazla mal bulunmazdı. Makarna, un, pirinç, çamaşır tozu gibi temel ihtiyaçlar. Bir de tezgahın bir köşesinde veresiye defteri, diğer köşesinde şekerlemeler, leblebiler, çikolatalar. Her ziyarete gittiğimizde dedeme yardım eder, namaza gittiğinde de kasaya biz bakardık. Janjanlı kağıda sarılı, top şeklindeki ucuz çikolatalar en baştan çıkarıcı olanlarıydı. Kardeşimle anlaşmamız vardı. Her defasında sadece birer tane aşırır, daha fazlasına kıyamazdık.
Babamın doğup büyüdüğü ev ise bakkalın tam karşısındaki çıkmaz sokakta, iki katlı eski bir evdi. Hafif yana yatık. Kışın sadece tek bir odada soba yanardı. Dayanılmaz yaz sıcaklarında, köylerine, Torosların tepesinde, doğru düzgün yolu olmayan Sandal Köyü’ne giderlerdi. Dedem, köyün tek semer ustasıydı. Orada da çalışmaya devam ederdi. Benim de orası ile ilgili çok güzel anılarım var. Hayatında dalından hiç dut, incir, armut yememiş olanlar ne kaçırdıklarını bir bilseler.
Babamın, ortaokul ve lise yılları, hem dedeme yardım ederek hem bakkal tezgahının bir köşesinde ödev yaparak geçmiş. Öyle harçlık falan da yok. Okul döneminde, teneffüslerde kantinde çalışarak, yazları ise sınıfta kalan arkadaşlarına ders vererek edindiği birkaç lira, sadece.
“Ali, senin okuman lazım, bu bakkal dükkanı ile olmaz.”
O yıllarda, kendisine sürekli bunu tekrarlarmış. Lise bitmiş, sıra üniversitede. O zamanlar merkezi sınav yok. Hangi üniversiteyi istiyorsan, gidip ayrı ayrı sınava girmen gerek. Parasızlıktan tek hakkı var. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi. Zar zor 300 lira denkleştiriliyor, gidiyor ve sınavı kazanıyor. Ama paranın devamı yok. Amcaoğlu zengin. Her ay 300 lira vermeyi kabul etmiş. Dedem de 100 lira ekliyor. Toplam 400 lira.
Az buçuk hatırlarım. Amcaoğlu gerçekten cimriliği ile meşhurdu. Bir sene sonra para vermekten vazgeçiyor. Babam da bunun üzerine 392 lira maaşla (rakamı halen tamı tamına hatırlıyor) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda memur olarak işe başlıyor. Akademide dersler akşamları. Gündüz iş, mesai bitimi okul.
“Zor olmadı mı?” diye sordum. “Hayır.” Hatta iyi bile olmuş. Bir kere öğle yemekleri bedava. Ayrıca utanırmış, cebinde para olmadığını bilen arkadaşları ile gündüzleri dolaşmaktan ve hesabı onların ödemesinden.
“Ben çok yokluk çektim, onun için sizlerin çekmesini asla istemedim.”
Harçlık almadığım tek bir gün hatırlamıyorum. Ama harçlık harcanan değil, biriktirilen bir şey idi. Mesela kardeşimle harçlıklarımızı biriktirir, sonra pastahaneden kocaman (en azından küçükken bize öyle gelirdi) bir “yaş pasta” alır, ortadan ikiye böler ve bir oturuşta yerdik. Dünyanın en büyük pasta diliminden daha büyülü bir çocukluk fantezisi olabilir mi?
“Eskisi olmayanın yenisi olmaz” ve “Ucuz mal alacak kadar zengin değilim.”
Çelişkili mi geldi? Hiç de öyle değil.
İlkokula başladığımda, bana kapüşonlu, içi muflonlu, Sümerbank malı bir palto almış. En pahalısından, 400 lira (yine rakamı tam hatırlıyor). Bilerek biraz büyük boy. Kollarını kıvırır, öyle giyermişim. Arkamdan, benden üç yaş küçük kardeşim kullanmış. Palto iyice küçülünce komşunun çocuğuna vermiş. “Halen sapasağlamdı.”
İki yıl önceydi. Babam pencerenin önünde, ayakta durmuş, dalgın dalgın uzaklara bakıyor. Daha önce yüzünde böyle bir ifade görmemiştim.
“Baba ne düşünüyorsun?”
“Ananın şu bireysel emeklilik işini de bir halledeydik…”
Oysa ben, hayatın anlamını sorguladığını ummuştum.
Kimselere muhtaç olmamak, onun için hayatta en anlamlı, en önemli şey.
“Hiç borç almadım. Verdim ama almadım. Kredi kartı kullanmam. Param kadar harcarım. Taksitle bir şey almayı sevmem. Devletin vaadi yerine gelmeden harcamam.” (24 Haziran seçimi öncesi, her emekliye 1000 lira ikramiyeyi kastediyor.)
Sadece bir defasında şöyle bir numara çekmiş.
“Veznedarlık zamanlarım. Ayın son günü. Sigara alacak param yok. Ayakkabılarımı boyattığım boyacıyı gittim, ayakkabıları boyattım, sonra elimi pantolonun arka cebine attım. ‘Eyvah, cüzdanı evde unutmuşum, gün içi harcayacak para bile yok yanımda’ dedim. O da çıkardı 5 lira verdi. ‘Yarın geri verirsin abi.’ Böylelikle bankadakilere de belli etmedim.”
Babamın en büyük hayali bir ev sahibi olmaktı. Hayali, ancak emekli olunca gerçekleşebildi. Emekli ikramiyesini, ömür boyu biriktirdiği para ile birleştirdi ve şu an oturdukları evi aldı. Artık kira ödemiyor. Tek geliri ise üç ayda bir devletten aldığı emekli maaşı.
“Hayat boyu bir maaş ile geçindim. O da yetti.”
Onu da haftalara bölerek harcıyor. Disiplinli adamdır babam.
Hikayeleri çok, hepsi buraya sığmaz.. Ama son bir tanesi var ki, çok önemli, özellikle benim için.
Geçen hafta beni aradı. Utana sıkıla konuşuyor.
"Bunu kardeşinden isteyemem, çünkü lüks bir şey (Kardeşim, kışın doğal gaz parasına yardım eder). Fazla arkadaşım kalmadı. Canım çok sıkılıyor. Senden bir şey isteyeceğim. (Bir yıldır işsizdim, tekrar işe girmemi beklemiş.) Bana Dijitürk futbol paketi alır mısın?"
Sonra da ekledi: "Maç sezonu bitince de, aynı parayı mı veriyoruz?"