Resme bakmak
Resimlerle dolu bir salonda anlatılan onlarca hikayenin uğultusu, eski ve yeni ustaların şaşırtıcı mahareti, renklerin büyüsü, suskun portrelerin ya da durgun manzaraların çekiciliği insanı hakikaten değiştirir. Hayır başka biri yapmaz tabii, ama bir parça da olsa iyileştirir.
‘Resim Bugün’ adlı harika kitabının girişinde Tony Godfrey bir resim karşısında, mesela Dürer’in 1502 tarihli ‘Yavru Tavşan’ başlıklı suluboyasına bakarken hissettiğimiz duyguyu “İçinde yaşadığımız dünyada karşılaşacağımız bir güzellik” sözüyle özetler ve şöyle devam eder: “Her bir kürk kılını çizişindeki ustalığa hayran oluyoruz. Raphael’in ya da Matisse’in yapıtları önündeyken de aynı duygudur içimizi saran, bir doygunluk ve şükran duygusu. Bu yapıtlara bakmak bize tatmin duygusu verir. Caravaggio ve Van Gogh’tan da aynı duyguları alırız. Birinin bu dünyada yaşadığını, onu umursadığını, ona özen gösterdiğini biliriz.”
Resim seyretmek, resme bakmak, sanatçının bize anlattığı şeyi görmek ya da anlamaya çalışmaktan öte bir şeydir. Sadece zihnin değil, duyguların, belleğin de harekete geçtiği farklı bir serüven. Yazar Janet Winterson’ın ‘Sanat Başkaldırır’ kitabında anlattığı gibi bazen bir resme görür görmez vurulmak işte bu nedenle mümkündür. Ressamın ustalığı değil, ama hayata bakışında bize dokunan bir şeyler varsa işte o zaman severiz o resmi. Resimlerle dolu bir salonda anlatılan onlarca hikayenin uğultusu, eski ve yeni ustaların şaşırtıcı mahareti, renklerin büyüsü, suskun portrelerin ya da durgun manzaraların çekiciliği insanı hakikaten değiştirir. Hayır bambaşka biri yapmaz tabii ki, ama o salondan farklı bir duyguyla ve sanatın verdiği coşkuyla çıkarız ki aslında bir öncekinden farklı biriyizdir artık. Karşılaştığımız resimler hele ki insanlık tarihine mal olmuş, hayranlık duyulan ustalardan bazılarının imzalarını taşıyorsa, o zaman iş ‘Stendhal sendromu’na yani garip bir cezbeye kapılmaya kadar gider…
Çağdaş sanat fuarımız Contemporary İstanbul bu yıl yine yerli yabancı yüzlerce sanatçının iki bine yakın eserini ağırladı. Geçen hafta gerçekleşen fuarın güzel yanı yeni sanatçılarla tanışmak, bildiğimiz isimlerin ise yeni işlerini görüp öğrenme fırsatı bulmak. Kötü tarafı ise, her galeride yan yana asılan bambaşka binlerce resmin arasında gezinirken bir süre sonra resim bakmanın verdiği harika duyguyu yitirmek, bir nevi hissizleşmek.
Bu bakımdan usta ressamların belli sayıda işinin yer aldığı, tematik sergileri kaçırmamak lazım. Mesela Tophane’deki Post empresyonistler sergisi ile Galeri Dirimart’taki Fahrelnissa Zeid sergilerini…
Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde açılan ‘Arkas Koleksiyonu’nda Post-Empresyonizm’ sergisinde 48 sanatçının 102 resmi yer alıyor. Koleksiyondaki ‘post empresyonist’ ya da bu akımdan etkilenmiş çoğunluğu Fransız ressamlardan bir seçki bu. 19. Yüzyıl sonu Fransız resminin çok özel örnekleri, Tophane-i Amire’nin kendine özgü atmosferinde sergileniyor. İstanbul’un hızlı başlayan sonbahar gündeminde, fuarlar bienaller arasında bana sorarsanız biraz sessiz sedasız açılan bu sergi aslında belki de yılın en önemli işlerinden biri. Hatta Mimar Sinan Rektörü Prof. Yalçın Karayağız’ın dediği gibi, resim sevenler için ‘adeta bir mucize’. Çünkü Pierre-Auguste Renoir, Louis Anquetin, Maxime Maufra, Theo van Rysselberghe, Paul Serusier, Suzanne Valadon, Edouard Vuillard, Leo Putz, Louis Valtat, Maurice de Vlaminck, Kees Van Dongen, André Derain, George Braque ve André Lhote gibi efsaneleşmiş bazı isimlerin orijinal resimlerini görme olanağı veriyor. Sergi salonuna girdiğinizde hemen sağda iki Braque duruyor ki, Picasso ile doruğa ulaşan kübizmin ilk ustalarından biri olarak sanat tarihine geçmiş, dünyanın bütün müzelerinde el üstünde tutulan bir sanatçı. Ya da Renoir… Serginin onur konuğu gibi ağırlanan sanatçı hakikaten de 19. Yüzyıl Fransız resminin en önemli isimlerinden biri. Eğer sanat tarihini biraz takip ediyorsanız bu sergiyi şaşkınlıkla izlersiniz. Türkiye’nin gizli hazinelerinden biri olan Lucien Arkas’ın İzmir’deki muhteşem koleksiyonundan seçilen resimler karşısında etkilenmemek gerçekten mümkün değil. Ama sergide yer alan onca ünlü sanatçıdan bihaber olsa bile, herhangi biri o güzel resimler arasında mutlulukla gezinir mutlaka. Henri Edmond Cross’un, Andre Derrain’in manzaralarına dalıp gitmemek mümkün değil. Ya da mesela Frits Thaulow imzasını taşıyan ‘Montreuil-sur-Mer Değirmenleri’ adlı resimde akan suyun serinliğine kapılmamak, tıpkı o suyun üstündeki tahta köprüye çıkmış aşağıya bakan 19. Asır insanlarına katılmamak mümkün değil…
Aynı resim mutluluğunu Fahrelnissa Zeid’in resimlerine bakarken de yaşayabilirsiniz. Dolapdere’deki Galeri Dirimart’da açılan sergi, eserleri kadar yaşamıyla da ilgi çeken bu müthiş sanatçının Türkiye’deki koleksiyoncularından derlenmiş. Sanatçının ailesindeki bazı resimlerle de zenginleştirilmiş. Soyut kompozisyonlarıyla tanınan sanatçının farklı dönemlerden çok güzel resimleri yer alıyor sergide. Bir müze sergisi gibi çok büyük ve kalabalık olmadığı için her bir resmin hakkını vererek, tadını çıkartarak gezmek mümkün. Ben kendi adıma hep İstanbul Modern’deki o büyük soyut resmiyle hatırladığım ve sevdiğim sanatçının portrelerini keşfetme ve sevme olanağı buldum bu sergide. Tıpkı Şakir Paşa ailesinin başka fertleri gibi iri gözleriyle tuvallerden bize bakan Fahrelnissa Zeid’in yakınları, ailesi dostlarına ait portreler, farklı kadrajları canlı renkleri ve çoğundan taşan hınzır enerjisiyle galeriyi gezenleri izliyor, bambaşka hayatları ve hikayeleri hatırlamaya çağırıyor… Bir Fransız panayırı canlılığıyla sizi kendine çekiyor, sarı tonlarda soyut bir resim ritmi ve renkleriyle bakanı hipnotize ediyor.
Resme bakmanın tüm zevklerini insan iki sergide yaşayıp tüketemez tabii. Ama bir yerden başlamak, unutulmuş lezzetleri tekrar hatırlamak isteyenler için, bir başlangıç olabilirler. Kaçırılmaması tavsiye olunur.