Ölümün ironisi: 109 milyar insana ne oldu?
Bilim insanlarının, modern homo sapiensin 200 bin yıl önce ortaya çıkışını milat kabul ederek, şimdiye kadar yaşamış olduğunu söyledikleri 109 milyar insana ne oldu? İnsan soyunun çoğunu onlar oluşturuyorlar. Aileleri ve yakınları dışında kimse onları tanıyamadı. Fakat tarih kitaplarına kuru birer bilgi olarak geçmemiş olmaları, onları daha önemsiz kılmaz.
Milen Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanına “ebedi dönüş” fikri ile başlar. Eğer her şey ilk defa yaşandığı gibi, sonsuza kadar tekrar ve tekrar aynı biçimde yaşanıyor olsaydı, bu ne anlama gelirdi?
Kundera, bu duruma iki yönlü bakar. Bu bir yandan sonsuzluğun içine sabitlenmişiz demektir. Sonu gelmez yinelenme hayatlarımıza katlanılmaz bir ağırlık verirdi. Ya da tam tersine, eğer Hitler, tarihte her defasında yinelenerek ortaya çıksa ve II'nci Dünya Savaşı hep aynı şekilde yaşansa, yaşananların gerçekten bir anlamı olabilir miydi? Yoksa suretinin sureti ve sureti olarak Hitler önemini yitirir ve yarattığı akıl dışı dehşet hafifler miydi?
Karar vermeyi aktif bir eylem olarak görme eğilimindeyizdir. Oysa her karar, aslında bir sürü karardan vazgeçmeyi içerir. Tek bir aktif eylem, sayısız pasif eylem barındırır. Birisiyle evlenmek, diğer herkesle evlenmemek, bir meslek seçmek diğer tüm mesleklerden vazgeçmek anlamındadır. Eğer pasif eylemlerimizin sonuçlarını bilme şansımız olsa, onların ağırlığı altında ezilir, hiçbir şey yapamaz hale gelirdik. Hayatın hafifliği, her şeyin sadece bir defa yaşanıyor olmasından, bu bilgisizlikten kaynaklanır. Bilmemek, umudu doğurur. Ancak bu şekilde yaşamaya devam edebiliriz, ölüm karşısında.
Kitabında telaffuz etmese de, Kundera’nın, Homeros’un “Odysseia” eserindeki “Sisyphos Efsanesi”ne gönderme yaptığı çok açık. Sisyphos, hilebazdır ve hile ile kazanılan her türlü başarıyı insan zekasının bir zaferi olarak görür. Bir gün tanrı Zeus’a ihanet eder. Zeus, ölüm meleği Thanatos’u, Sisyphos’un canını alması için gönderir. Ancak Sisyphos, ölüm meleğini bile kandırarak ölümden kaçmayı başarır.
Bunun üzerine Zeus, Sisyphos’u her seferinde yeniden geriye yuvarlanan ağır bir kayayı ebedi olarak bir dağın tepesine çıkartma cezasına çarptır. Kocaman kayayı yuvarlaya yuvarlaya tepeye çıkaracak, ama her seferinde tam zirveye geldiğinde, kaya elinden kayıp aşağıya yuvarlanacak ve bu döngü, sonsuza kadar tekrarlanacaktır.
Sisyphos'dan yola çıkılarak, “asla tamamlanmayacak görev” olarak ''Sisyphean'' terimi kullanılır. Aynı zamanda işçinin emeğidir, Sisyphos işkencesi. Asıl olarak ise kaçınılmaz sondan kurtulmak isteyenlerin aptallığının simgesidir, Sisyphos.
UNUTULMAMA İSTEĞİ
Günümüz rasyonel toplumu, ölümü hayatın içinden çıkardı ve mezarlıklara hapsetti. Yerine ise tüketim toplumunun ıvır zıvırları konuldu. Estetik ameliyatlar, kişiye özel egzersizler, yaşa özel vitamin hapları yaşlılığı bir hastalık haline getirdi. Nesnelerinin bitmemecesine bolluğu ve sürekli dikkatimizi dağıtacak baştan çıkarıcı vaatler ile ölümü, sonsuzluğun kendisi ile yer değiştirdik.
Tabii ki de, saydıklarımın hepsi geçici. Birer yanılsamadan ibaretler. Ne kadar sahipsek, ölüm bizden o kadar uzak yanılgısındayız. Ama sahiplendiklerimiz arttıkça, ölüm de bize o kadar yaklaşıyor. Doyurulması mümkün olmayan güç ve zenginlik isteği/hırsı bizi doğrudan ölüme bağlıyor. Ben, buna “ölümün ironisi” diyorum.
Eskinin devasa piramitleri, görkemli sarayları, kutsal tapınakları yaşamın tek, düz gerçeğine meydan okumadan başka bir şey değiller. Eski Mısır inancında, piramit ve firavunun mumyalanması ilerideki sonsuz yaşamını beklerken bedenini koruma amacıyla olduğu kadar, ölen kişinin adının yaşayanlar tarafından anılmasının bir bakıma ölümden sonra yaşamak sayılabileceğini de içermekteydi. Bugün ise piramitler turistik yerler, firavunlar müzelerde ve mumyalar Hollywood sinemasının en gözde konularından.
Bırakın 3 bin 500 yıllık geçmişi, modern dünyanın "daha büyük, daha yüksek, hep daha daha yapıları"nın altında yatan temel motivasyon halen aynı; geriye kalıcı bir eser bırakmak ve unutulmamak.
Sizlere bir örnek: François Mitterrand, 1988 yılında Fransa Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, kendi adına (ki zamanında isim konusu uzun tartışmalara neden olmuştu) görkemli bir kütüphane projesi başlattı. Kütüphanenin resmi açılışı Ekim 1995’te, halkın kullanımına açılışı ise ancak 1996 yılı içinde yapılabildi. Mitterrand, 8 Ocak 1996’da öldü. Sonsuzlukta, kıl payı kaçırılan ya da kıl payı yakalanan bir an. Ölüme karşı girişilen ne kadar gereksiz bir oyun.
Oysa insanlık ve kültür, yani hayvandan insansıya geçiş, insanın kendisinin ölümlü bir canlı olduğunu kavraması ile başladı. İlk dikili anıt, basit bir mezar taşıydı. Diğer tüm anıtlar, bundan türedi. Dikilen her anıt, ne kadar görkemli olursa olsun, en nihayetinde ilk mezar taşının ikamesinden başka bir şey değildir. Herhalde siyasi – maddi “erk” ile “ölüm” arasındaki ilişkiye, neden “ölümün ironisi” dediğimi şimdi daha iyi anlamışsınızdır.
Ya bilim insanlarının, modern homo sapiensin 200 bin yıl önce ortaya çıkışını milat kabul ederek, şimdiye kadar yaşamış olduğunu söyledikleri 109 milyar insana ne oldu? İnsan soyunun çoğunu onlar oluşturuyorlar. Aileleri ve yakınları dışında kimse onları tanıyamadı. Fakat tarih kitaplarına kuru birer bilgi olarak geçmemiş olmaları, onları daha önemsiz kılmaz. Claude Levi-Strauss, “Her insan bir kavşaktır. Her kavşakta bir şey olur. Biri, diğerinden daha değersiz değildir” sözleri ile bize bu gerçeği hatırlatır.
Hayatının son dönemlerinde “kendiliğindenlik kaygısı” üzerine yoğunlaşan Michael Foucault ise “Beni şaşırtan, toplumumuzda sanatın, hayata değil de yalnızca nesnelere ilişkin bir şey durumuna gelmesi. (…) Neden her kişi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da, benim hayatım olmasın?” soruları ile bizleri, kendi hayatımızın tanınmamış özgün sanatçıları olmaya davet eder.
SON SÖZ
Zihnin asıl uğraşısı, varlığı ile yokluğu üstüne düşünmesidir. Yok olacağını bilmek, var olmanın şartıdır. Hepimiz eksik doğuyor, ömür boyu tam olmak için uğraşıyor ve ancak öldüğümüz vakit tamamlanıyoruz. Küçük, fani hırslarımız bizi sonsuzluktan koruyor gibi görünse de şunu unutmayalım: Ölüm, tek mutlak iktidardır. Onu yenemezsiniz, onunla uzlaşamazsınız, onunla yer değiştiremezsiniz, sadece ona dahil olursunuz.