Affetmenin hafifliği mi, ağırlığı mı?
Tahincioğlu’nun mektubunda kurbanın perspektifini meseleye dahil eden bir çerçeve var. Affetmenin ancak ve ancak ihlalin ya da şiddetin kurbanının edimi olabileceğini hesaba katmamız için bizi uyaran, zorlayan bir çerçeve bu. Kurbanın kendi adına konuşabilme olanağının olmadığı ölüm gibi bir durumda kim onun adına affedebilir?
Bu yazının esin kaynağı, Gökçer Tahincioğlu’nun istifa kararını duyurmasından hemen önce Milliyet gazetesinde 30 Eylül’de yayımlanmış olan açık mektubu. Tahincioğlu’nun mektubu, iktidarın özel ya da kısmi bir affı veya ceza indirimini (adlandırma muhtelif) yasalaştırma girişiminin ötesinde affetmenin içsel açmazına işaret ediyor. Bu yazıda kamusal hayatta affetmenin açmazı kadar, Türkiye’nin krizle imtihanında affın ne anlama geldiği üzerine birkaç soru sormayı deneyeceğim. Sorduğum sorulara yanıtım var mı? Doğrusu yok. Olabileceğini de sanmıyorum. Zaten bir soru, cevap aramak için bir başlangıçtır, ama başlattığı düşünce sürecinin ille de bir sonu olmak zorunda değildir. O nedenle bu yazıyı, en doğru cevabı verme çabası olarak değil düşünmeye bir çağrı olarak okuyun.
Önce Tahincioğlu’nun mektubunda dile gelen affedilen ile affedenin kim olduğu ve neyin affedildiği soruları bağlamında işaret edildiğini düşündüğüm açmazla başlamalıyım. Af ya da affetmek, en temelde üç unsuru içinde barındıran bir eylem. Öncelikle affa konu olan bir “fiil” ki bu fiil bir başkası açısından sınır ihlali anlamına gelecek bir sonuç doğurmuş olmalıdır. Bu ihlalin her durumda şiddet olduğunu akılda tutmak gerekir. Şiddeti affetmemizin koşulu nedir peki? Ne affedilebilir, ne affedilemez? Bu ikisi arasındaki sınır nasıl çizilebilir? Soykırımla cinayet arasında sonuçları açısından bir karşılaştırma yapılabilir mi? Ölçülebilir midir bu fiillerin kötülüğü? Hangisi affedilebilir? Affetmekle ilgili bütün sorular kendiliğinden affedilemez olanı içeriyor. Affedilebilir olana karar vermek aslında affedilemez olanın karşısında mümkün. Ancak affedilemez olanı bilirsek affedilebilir fiilin ne olduğuna ilişkin bir fikre sahip olabilecekmişiz gibi görünüyor. Oysa neyin affedilemez olduğuna karar vermek bana kalırsa imkansız. Dolayısıyla affetmek imkansız. Soykırımı affetmek ne kadar imkansızsa, cinayeti affetmek de imkansız. Sorun şu: Affedilemez olanın karşısında neyi affedilebilir olarak ayırt edersek edelim, hep affedilebilir olduğunu ilan ettiğimiz bu fiille birlikte onun benzerlerini de meşru kılıyor oluşumuz. Böylelikle şiddetin belli bir biçimini, ihlalin bir formunu kabul edilebilir sayıyoruz. Hayatlarımıza meşru düzenleyici faaliyetler olarak müdahale eden (politik) iktidarın şiddetini bu kapsamda düşünebilir miyiz mesela? Egemenin şiddeti affetmek bağlamında düşünülürse ucu nereye varabilir?
Burada ikinci unsura geçmiş oluyoruz, ihlalin kendisinin, şiddetin, kötülüğün bir faili olmalı ki affetmekten bahsedebilelim. İhlal kadar affın da bir sonuç doğurabilmesi ancak fail üzerinden mümkün çünkü. Affetmek, yalnızca fiili değil faili de içeriyor kısacası. Affetmenin imkansızlığı, bu ikinci unsurla birlikte çok daha belirgin hale geliyor. Yalnız fiilin ne olduğu değil, failin kim ve ne olduğu soruları açmazı derinleştiriyor. Neden mi? Şiddet, onu uygulayanın ne ve kim olduğuna göre sorgulanamaz hale gelebiliyor. Otoriteden kaynağını alan bir ihlal veya şiddeti düşünün. Sokakta rastladığımız sıradan bir şiddetle karşılaştırdığımızda hangisi daha kolay affedilebilir sizce? Cezalandırma erkinin bizzat kendisini bu sorgulanamaz çerçeveye yerleştiren hukuku düşünün. Ceza, farklı biçimleriyle meşru bir ihlal, meşru bir şiddet içeriyor. Cezalandırıcı iktidarın, bir başka ifadeyle ihlalin anlamını belirleyen ve hukuk düzeni içerisinde ihlali ve failini kurban adına cezalandırma yetkisini kullanan egemenin müdahalesinin şiddetini affedilemez saymadığımız gibi, bu erki kullananları da affetmek ediminin kapsamı içine pek nadir alıyoruz. Bu meşru şiddet affedilemez olanın sınırlarını zorladığında devletin güvenliğinden bekasına bilumum bahaneyle egemenin meşruiyeti işe koşuluyor.
Son olarak bu fiili veya failini affetme kapasitesine haiz bir özne lazım. Perspektifimize bağlı olarak bu kapasitenin tanrıya, egemene, tarihe veya kurbanın kendisine ait olduğunu iddia edebiliriz. Tanrı’yı ve tarihi bir kenara bırakıp kurban ve egemen açısından ilerlemek istiyorum. Tahincioğlu’nun mektubunda kurbanın perspektifini meseleye dahil eden bir çerçeve var. Affetmenin ancak ve ancak ihlalin ya da şiddetin kurbanının edimi olabileceğini hesaba katmamız için bizi uyaran, zorlayan bir çerçeve bu. Kurbanın kendi adına konuşabilme olanağının olmadığı ölüm gibi bir durumda kim onun adına affedebilir? Nasıl affedebilir? Kimin böyle bir kapasitesi olabilir ki? Kurbanın yerine geçip affetmek kapasitesi kimseye ait değilse egemen, cezalandırma erkinden hareketle, affetme kapasitesini de meşru biçimde sahiplenebilir mi, ederse nereye kadar? Herhalde ancak istisnai hallerde, yalnızca kendisine yönelmiş fiiller söz konusu ise.
Hannah Arendt cezalandırma ve affetme kapasitesi arasındaki karşılıklılığı insan ilişkilerinin yapısal bir boyutu olarak görüyordu.(i) Ona göre insan, cezalandıramayacağı şeyi affedemez. Bunun tersi de doğrudur, affedemeyeceği bir şeyi cezalandıramaz. Affedilemez olan cezalandırılamaz. Affetmenin derin açmazının en iyi ifadelerinden biri de Arendt’in bu saptaması olsa gerek: Telafinin imkansızlığı, affedilemez olanın telafi edilemezliği. Dolayısıyla hukuk düzeni içinde cezalandırma, ihlalin veya şiddetin sonuçlarının telafisinden çok egemenin varlığına işaret eder. Cezalandırma, politik alana ait bir edimdir. Af ise bu tür bir cezalandırma ediminin karşıtı değildir. Af, açmazları bir tarafa, egemenliği görünür kılan, iktidarı pekiştiren cezalandırma kapasitesine ait istisnai bir araçtır.
Oysa Türkiye’de özellikle kriz dönemlerinde genel af çıkartılması veya en azından ceza indirimi adı altında özel afların tartışılması, neredeyse adete dönüştü. Politik krizin derinleştiğinin bir göstergesi bence bu. Ceza indirimi adı altında özel bir affın yasalaştırılması için yapılan son girişimin, Türkiye’nin dolu dizgin çok boyutlu bir krize koştuğu şu anda ortaya çıkmış olması, hükümetin iktidarını pekiştirme ihtiyacının ne kadar büyük olduğuna işaret ediyor. İronik olan ise, cezalandırma, affetme gibi edimlerin politik sorumluluk bağlamını gerektirmesi, ancak Türkiye’de bireylerden devlete sorumluluğun en az bulunur şey olması. Yeni Türkiye’nin sorumsuz iktidarı, kendi edimleri hakkında nasıl hesap vermemeyi hak bellemişse, getirdiği afla sorumsuzluğun, hesap vermemenin her düzeyde pekişmesini de sağlamış olacak.
Çöküşün ilanı gerekiyordu, gelecek afla o da olacak!
[embed]https://www.gazeteduvar.com.tr/video/2018/10/04/bayan-degil-kadin-leyla-suren-idam-diyenlerle-af-diyenler-ayni/[/embed]
(1) Hannah Arendt (2008), İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim. Arendt’in affetmek üzerine bu eserinde yazdıklarının yanı sıra, Jacques Derrida’nın Arendt’i yorumladığı, “Affetmek Üzerine” başlıklı uzun denemesini de bu yazıda sorduğum soruların çok daha kapsamlı ve derinlemesine tartışıldığı kaynaklar olarak anmak, ayrıca okunsunlar diye önermek isterim.