YAZARLAR

Umuda ve kafa karşılıklarına olan ihtiyacımız...

Kişisel olarak, Türkiye’nin daha çok uzun yıllar eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum olmanın yanından dahi geçemeyeceği kanısındayım. Kendisi atılmış, hocası atılmış ve hocasının hocası atılmış bir insanın satırları bunlar; hayalperestin değil! Mesele şu ki, ellerimizdeki iğnelerle her ne yapılacaksa, bu gerçeği görerek, bilerek yapılacak iri laflarla ham hayaller kurarak değil.

Geçen hafta asıl konumu değiştirip siyasi mücadele için öncelikle asgari moral ve mutluluğa ihtiyacımız olduğuna dair yazmıştım. Konu üzerine bir iki satır daha söylemek istediğim var demek ki. Bu yazıyı da diğeri gibi, ne yapılması gerektiği konusunda çok belirgin önerileri olmayan birinin satırları, kafa karışıklıkları ve paylaşma isteği olarak okursanız sevinirim.

Doğru, hangi önerinin ne kadar işe yarayacağı konusunda kesin olduğunu iddia edebileceğim bir kanaatim yok. Buna mukabil herhangi bir şeye başlamak ya da sürdürebilmek için asgari umuda ve mutluluk hakkına ihtiyaç duyduğumuz konusunda kuşkum da yok.

Şu satırları yazar yazmaz, bazı sözcüklerin sonundaki ‘z’ harfi üzerine düşünmek zorunda hissediyorum doğrusu. ‘Biz’ diyorum. İhtiyaç duyduğumuz. Kim bu, biz? Yazarken ve konuşurken ‘ben’ yerine ‘biz’ tercih edenler var. ‘Biz’i bir kurumun, bir partinin, bir hareketin temsili anlamında kullanmak elbette anlaşılır. Ancak okuduğum bazı yazılarda böyle bir temsil ve aidiyet ilişkisinden söz etmek pek mümkün görünmüyor. Örneğin Türkiye’de hukukçular, eserlerinde genellikle ‘biz’ kullanır. "Bize göre, cumhurbaşkanı kararnamesi ile..." Siz kimsiniz? Kaç kişi karar verip yazdınız? Ancak giderek yaygınlaştı bu ‘biz’ tercihi. Oysa ‘biz,’ bildiğim kadarıyla ancak anlamlı bir temsil ilişkisi söz konusu olduğunda kullanılır. Papa’nınki, hükümdarlarınki, devlet başkanlarınınki gibi. Diğerleri bana garip geliyor doğrusu ama konu şimdi bu değil!

Bu yazıda kastedilen ‘biz,’ bir varsayımın sonucu kabul edilebilir. Asgari umut, moral ve mutluluğa çok insanın gereksinim duyduğu ve benim, kişisel olarak o ‘çok insandan’ biri olduğum, bir varsayım nihayetinde. Varsayım mantıklıysa ne âlâ. Varsayımın kökeninde de kuşkusuz bu satırları az çok benzer yönde düşünen insanların okuduğu tahminim var. Haliyle, çok yanlış bir yerden hareket ettiğimi zannetmiyorum, birinci çoğul şahıs tercih ederken.

Okuduğunuz yazıdaki bu ‘sınırlı biz’i bir yana bırakırsak, yine de sanırım, düşünmeye başlamak için öncelikle ‘biz’in kimlerden oluştuğu üzerinde kafa yorulmalı. Bir örnek ‘biz’ olmadığı gibi, bir örnek ‘onlar’ da yok. Son zamanlarda ‘yüzde 50 hayır bloku’ üzerinde çok duruldu. O blokun çoğu yaşamsal konuda birbirinden farklı düşündüğü ve iktidarın belli konularda (özellikle Kürt sorununda) o bloktan da önemlice bir nüfusu yanına alabildiği sır değil. Hâl böyleyken burada tercih ettiğim ‘birinci çoğul şahıs,’ büyük ölçüde demokrasinin asgari niteliklerini benimsemiş, hiç olmazsa tek adam rejimleriyle bir derdi olan ve tanık oldukları karşısında şaşkınlık ve endişe yaşayanları anlatıyor.

Eğer tercih ettiğim ‘z’ harfini az da olsa açıklayabildiysem ve bu açıklama biraz olsun mantık barındırıyorsa, diğer sözcüklere geçebilirim.

Umut; ideoloji yüklü, felsefi ve tarihsel derinliği olan bir sözcük. Ben bu anlamların altından kalkabilecek bir yazıyı kaleme alabilecek yetkinlikte değilim ne yazık ki. Konuya ilişkin okumalarınız vardır. Yine de eğer henüz tanışmadıysanız, Susan Neiman’ın Ahlaki Açıklık (İletişim, Çeviren: Nagehan Tokdoğan, 2016) adlı eserini ve kitabın ‘Umut’ başlıklı dokuzuncu bölümünü tavsiye ederim. Burada o bölümden kısa bir alıntı yapmak istiyorum:

“Ben akıl dışı olmayan umutları savunuyorum, zira onların işaret fişekleri gayet somuttur – hatta küresel ısınmaya kanıt teşkil edebilecek kadar somuttur. Doğru olan da budur. İnsanlığın daha iyi bir duruma doğru mu ilerlediği yoksa koşar adım kendi sonuna mı gittiği sorusunun kesin bir cevabı yoktur, bunların her ikisi de gerçektir. Hangisini benimseyeceğimiz tercih meselesidir, ama tercihiniz rastgele olmak zorunda değildir. İlerlemenin olanaklı olduğuna inanıyorsanız, küresel ısınmayla ilgili bir şeyler yapabilirsiniz. Yok inanmıyorsanız, izlediğiniz kanaldan başka bir şeyi değiştiremezseniz.”

Umut, mutlak olarak öngörülmesi mümkün olmayan zamana, geleceğe ilişkin bir olgu. Ancak öngörülemezlik, tarihin seyri hakkında anlamlı çıkarsamalar yapmanın önünde engel değil. Geçen yazıda, dünyaya yakın pencerelerden bakan insanların ortak kanısı olan, ‘insanlık ya kapitalizmden kurtulacak ya da dünya yok olacak,’ iddiasını ileri sürerken yapmaya çalıştığım gibi. Belli bir tarih okumasının olağan sonucu olan söz konusu kanı, ‘ya barbarlık ya insanlığın mutluluğu’ derken, elbette kâhinlik yapmıyor. Haliyle öngörülebilir umut, ayakları yere basan, Neiman’ın ifadesiyle hiç de akıl dışı olmayan bir kavram.

İşte açıklanabilir temelleri olan bu ‘umudu,’ kendi toprağımızda nasıl, hangi araçları kullanarak yaymak mümkün olur?

Böyle bir sorunun tek bir yanıtı olamaz. Her konuda olduğu gibi, yorgun insanlara umut vermek ve asgari mutluluk sağlamak için de, son derece karmaşık sosyal-siyasal ağları göz önünde bulundurmak gerekiyor. Koşullar, imkânlar, hâkim ideoloji vesaire...

Önceki yazıda, bir kısmı son derece ‘hafif’ görünecek öneriler yapmaya çalışmıştım. Hafif ve genellikle gülümseten öneriler getirmenin yararına inandığım için. İri sözcüklerle yaşamaya alıştırılmış, temelsiz özgüvenliler bostanında, ‘sinemaya gitmek ve roman okumak iyi gelir’ nevi cümleleri küçümseme eğiliminde olanlar vardır. “Adama bak ya, faşizmle tiyatroya gidebiliriz filan diyerek mücadele etmekten söz ediyor, hıyar mıdır nedir!” Böylesi tepkiler doğaldır ve yazan da zaten bunun farkındadır! Yine de inatla ‘hafif’ ve bazen ‘gayriciddi’ görünen önerileri tartışmaya açmakta yarar var. Düşünmede açıklık, karşıdakinin katkı yapmasına izin vermek, insanların saçmalamaktan kaygı duymamasını sağlamak, sanırım ‘konuşmak’ ve ‘dinlemek’ için gerekli asgari zeminin oluşturulması için gerekli. Naçizane önerim, bıkıp usanmadan ‘ağırlık’ ve ‘iri söz’ peşinde olanları pek umursamamanızdır. Basit ve hafif olmaktan, ciddiye alınmamaktan asla çekinmemeli.

Neden? Neden en basit görünenler üzerinde kafa yorulmalı?

Herhalde kabul edilebilir ki, hayal ettiğimiz Türkiye’ye biraz olsun yaklaşan bir ülkenin inşası için, öncelikle koşulları dönüştürmek gerekir. Bir meyve, yanlış/hazırlıksız toprak ve mevsimde yetişmez. Hemen herkesin torpille işe girebileceğini düşündüğü ve asgari hak/adalet duygusundan yoksun, eşitlik ilkesinin yanına uğramamış bir toplum ortalamasının ülkesine, bugün (salı) ‘sosyalizm’ getirseniz, üç güne (cuma) kalmaz çöker! Dolayısıyla ‘dönüşüm’ denilen, büyük zahmet, emek ve zaman gerektiren bir olgu. Kuşaklar gerektiriyor.

Kişisel olarak, Türkiye’nin daha çok uzun yıllar eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum olmanın yanından dahi geçemeyeceği kanısındayım. Kendisi atılmış, hocası atılmış ve hocasının hocası atılmış bir insanın satırları bunlar; hayalperestin değil! Mesele şu ki, ellerimizdeki iğnelerle her ne yapılacaksa, bu gerçeği görerek, bilerek yapılacak iri laflarla ham hayaller kurarak değil. Mükemmeli değil, daha iyisini aramaktan söz ediyorum. Daha iyisi olabileceğini düşündüğüm için. İşte ‘en basit, çocuksu öneriler ve tartışma davetleri, bu çok zahmetli ve ‘ürün/sonuç garantisi olmayan’ dönüştürme çabası açısından gerekli.

Yine geçen haftaki yazıdan: Yüzleşmek... Özeleştiri... Kişisel ve kurumsal geçmişlerle hesaplaşmak... Düşünceyi açık sözlülükle dile getirmek... Umut, moral ve asgari mutluluk için, başkalarının farkına varmak...

Kabul etmek gerekir, her gün tanık olduğumuz ve insanın akıl sağlığını zorlayan gelişmeler, davranışlar, açıklamalar, kararlar karşısında ayakta kalabilmek öyle kolay iş değil. Misal, ben bu satırları yetiştirmeye çalışırken memleketin bir kısmı, İsmet İnönü’nün 1962’de çekilmiş fotoğrafta elinde taşıdığı bayrakları tartışıyordu. Çünkü Erdoğan, dünkü açıklamalarıyla, memleketin bir kısmının her şeyi bir kenara bırakıp üç beş gün bu konuyu tartışmasını istedi! İki gün önce bir mahkeme, bir avukatı ‘savunma yaptığı’ gerekçesiyle tutukladı! Tutuklama kararında avukatın, ‘ters psikoloji’ yaptığı iddia ediliyordu. Gece tutuklanan avukat, sabah serbest bırakıldı! Muhtemelen ‘düz psikoloji’ gerekçesiyle!

Kendime her Allah’ın günü, delirmemem gerektiğini, nefret duygusuna yenik düşmemem gerektiğini, anlamaya çalışmaktan vazgeçmem gerektiğini telkin ediyorum. Kendi kendime moral vermeye çabalıyorum bıkıp usanmadan. Yalan olmasın, son günlerde bir iki kâse aşure yemek de çok iyi geldi! Hem yemek hem komşulara dağıtmak. İstanbul’da yaşadığımız apartmanda birlikte yaşadığımız ve ‘koridorda selam verdiğinde kısmi yüz felci geçireceğini düşünen’ muhterem komşularımızın aşure kâsesi karşısında ne hissettiklerini bilemiyorum, umuyorum iyi gelmiştir. Aşure konusunu kapatıyor, kusura bakmayın diyerek devam ediyorum...

İçinde debelendiğimiz koşullarda asgari moral ve mutluluğa ulaşabilmek için başvurulabilecek araçlardan biri, ‘kafa karışıklığı’ olabilir...

Kafa karışıklığından kastım, bir dünya görüşüne sahip olmamak, ne yapacağını bilememek ya da tutarsızlık değil. ‘Ezber bozmak’ kibrinden de söz etmiyorum. Zira ezber bozma iddiasıyla düşünmeye davet etmek, kuşkusuz kaçınılmaz olmasa da, bir diğer ezberin temelini atma riski barındırıyor. Kafa karışıklığı ile anlatmaya çalışılan, ‘tartışmaya ve düşünmeye açıklık’ için yaşamsal olan, ‘sorgulamaya’ davet. Şikâyet ettiğimiz, içinde nefes alamadığımız yapıların genel kabul görmüş ne kadar ‘doğrusu’ varsa, biraz kurcalamak, sıkıntılarımızdan verimli bir şeyler çıkarmak, biraz da kendimizin ve diğerlerinin canını sıkmayı göze almak. Ancak bunu, insanları horlayarak değil, olabildiğince çok yurttaşı tartışmaya katarak yapmayı denemek. Olur olmaz başka mesele. Ama denemek iyi bir şey.

Yazı okunamaz ölçüde uzun olsun istemiyorum. Kafa karışıklıklarının ve yüzleşmenin bazı muhtemel yararlarına, devam edeceğim...

Yazıyı, Ahlaki Açıklık kitabından (Umut başlığı altında, Rousseau’ya atıflar yapılan kısımdan) bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

“... İnsanlar yalnızca birer gözlemci değil, aynı zamanda etkin varlıklardır ve mümkün olduğunca eylemeye meyillidirler. Eğer umutsuz bir şekilde eyliyorsak, bu eyleyişlerimiz ahlaki olamaz. (Çöküş kaçınılmazsa, yaptığımız şeylerin onu hızlandırıyor olmasının pek önemi yoktur.) Peki, bu çöküş daha iyi bir durumdan mı yola çıkarak gerçekleştiriyor? Bu sorunun bir cevabı yoksa farklı bir soru sormamız gerekmez mi? Yani, hangi bakış açısı bizlere, yolumuza devam edebilmemiz için gereken umudu sunar? Rousseau çok defa olduğu gibi bu noktada da işin püf noktasını bulmuştur: ‘Bütün vakıaları bir kenara bırakarak başlayalım, zira onların sorduğumuz soruya herhangi bir katkısı yok.’...”


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.