YAZARLAR

Çok acı var...

Bir ülke düşünün ki başkentin göbeğinde aralarında sekiz yaşında bir çocuğun da bulunduğu 103 sivil insan paramparça edilmiş ve birinci, ikinci ya da üçüncü yıl anmalarına hiçbir devlet yetkilisi katılmamış olsun. Kayıp yakınları acılı aileler ve yurttaşlar her anmada engellemelerle karşılaşsın...

Geçenlerde Dikimevi’nde yürürken malum otobüs durağının önünden geçtim yine. Her şeyin hiçbir şey olmamış gibi yerli yerinde durmasına yeniden şaşırdım. Dönerciler, mefruşatçılar... Üç yıl önce, 1 Ekim 2015’te durağa bir otobüs dalmıştı ve 12 kişi hayatını kaybetmişti. Yaralılar vardı. Birçoğumuz Cebeci Kampüsü'ndeki fakültelerimizdeydik o saatlerde. Yükselen çığlıklara ambulans sesleri karışıyordu. Çok korkunçtu. Telaşla odalarımızdan dışarı fırlamıştık... İşte geçen hafta oradan geçerken, Ankara’nın bitmek bilmez felaketi o gün başladı herhalde diye düşündüm. Arka arkaya öyle çok acı yaşandı ki o sene, çoğumuz bu olayı neredeyse unuttuk.

Ankara Gar Meydanı’ndaki korkunç katliam da bu olaydan sadece on gün sonra yaşandı. Bir barış mitingi öyle büyük bir ihmal ve kasıt silsilesiyle kana bulandı ki zalimliğin bu derecesini insanın aklı almıyordu. Sonrasında olanları da aklımız almadı. Almasın da zaten... Bir ülke düşünün ki başkentin göbeğinde aralarında sekiz yaşında bir çocuğun da bulunduğu 103 sivil insan paramparça edilmiş ve birinci, ikinci ya da üçüncü yıl anmalarına hiçbir devlet yetkilisi katılmamış olsun. Kayıp yakınları acılı aileler ve yurttaşlar her anmada engellemelerle karşılaşsın...

Ekim ayı... Bu hafta sık sık Dicle Koğacıoğlu’nu da düşündüm. Onun da ölüm yıl dönümüydü. Sosyal medyada güzel yüzünü, gülüşünü ve aniden gidişini hatırlatan çok sayıda paylaşım vardı. Bazen nasıl olup da tanımadığımız ve hiçbir zaman tanıma ihtimalimizin olmadığı insanların acılarıyla hâlâ dertlenebildiğimize ve içimizin derininde kırılan, incinen, ağrıyan yerlerin nasıl olup da tümden körelmediğine de şaşırıyorum. Dertlenmek de değil, düpedüz acı çektiğimiz birçok durum yaşanıyor her gün. Şahsen bazı günler hiç haber maber de okuyamıyorum. Gerçekten dayanamıyorum. Dayanamamanın anlamını Dicle Koğacıoğlu iç paralayıcı bir sadelikle insanlığın avucuna sessizce bırakıp gideli tam dokuz yıl oldu: “Çok acı var.”

Oysa geçtiğimiz hafta sonu Bursa Nilüfer Belediyesi’nin Kütüphane Günleri kapsamındaki bir etkinliğe katılmıştım. Bursa’da zaman –en azından dışarıdan gelene- gerçekten de hâlâ güzeldi: Ömrünün timsali beyaz Nilüfer/ Türbeler, camiler, eski bahçeler...

Nilüfer kütüphaneleri ve Misi Köyü, sadelik, entelektüel kaygı ve “yaşama kültürü” dediğim şey bir araya geldiğinde, mekanların nasıl güzelleştiğini ve nasıl birer vahaya dönüştüğünü gösteriyor insana. Dünyayı kendine, kendini de dünyaya layık görmekle ilişkili bir güzellik yaratılmış oralarda. Dünyevi bir güzellik... Başka nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Nilüfer Belediyesi’nin çocuk müzesi, yazar evi ve oralarda yapılan etkinlikler. Hepsi de dünyaya ayağını sımsıkı basmakla ilişkili insanların işleri. Bir de kadınlar var bu güzel işlerin birçoğunun arkasında. Dupduru, gösterişçilikten uzak, donanımlı kadınlar. Ruhum kurtuldu yine bir süreliğine dedim Bursa’dan ayrılırken.

Gel gelelim otobüs bağlantılı hızlı tren, kurtarılmış ruhları bağrına basmaya çok da meyyal değildi bu kez. Bir masanın iki tarafında yer alan dörtlü koltukta oturuyordum. Karşımdaki koltukta 17 ya da 18 yaşlarında bir genç kız vardı. Üzüntünün insanın cildine işleyebildiğini, kirpiklerine ve saç tellerine, dudağının kıvrımlarına yapışabildiğini görüyordunuz ona bakarken. Derin ve yoğun bir üzüntü.

Sadece küçücük güzel yüzünü değil, bedenini de tümden esir almış bir üzüntü. Fark edilmek istenmeyen sahici bir üzüntü. Sımsıkı kapadığı gözlerinden yaşlar süzülüyor. Gözyaşı çenesinden ağır ağır süzülüp siyah bluzuna damlıyor. Kimse bakmıyor Allah’tan diye düşünüyorum. Ben de gözlerimi kaçırıyorum. Ne yapacağımı, ona ne söyleyebileceğimi düşünüyorum yine de; “Çocuğum” demek isterdim, “İnan bana her şey bir şekilde geçiyor, üzme kendini. Üzme geçiyor bir şekilde...”. Diyemedim tabii. Zaten hayatımda daha önce herhangi birine “Çocuğum” demiş de değildim hiç. İçin için ağlamak dedikleri bu olsa gerekti, içine ağlamak gibi. Bir zaman sonra bir kağıt mendil uzatabildim neyse ki. “İyi misiniz?” diye alçak sesle sordum. “İyiyim” dedi, gülümsemeye çalıştı. Birini yitirmiş gibiydi. Gerçek ve hiç geçmeyecek bir acıyla sessizce ağlıyordu.

Sonra ben de kabuğuma çekildim. Ayşe Arman’ın Umut Özkırımlı röportajına denk geldim, onu okumaya başladım. Luca’nın hikayesi de okumaya dayanamadıklarımdan. Kalbim ağrıyor onunla ilişkili her satırda. İçin için ağlamayı beceremeyeceğimi, boğulacak gibi olacağımı bildiğimden okumayı bırakıp kalktım. Yerime döndüğümde cep telefonumu çıkardım ve haberlere bakmaya devam ettim yine. Bir hastası tarafından vurularak öldürülen psikolog Fikret Hacıosman’ın kızının mektubuna denk geldim. Ne çok acı vardı gerçekten...

Güzel bir gün geçirmiştim ya Bursa’da, şimdi de üzüntüden öleyim diye ayarlanmıştı her şey. Mizansen buydu... Bir vagon dolusu kederle seyahat ettim kısacası. Boğazıma kadar üzüntüye battım. Ülkenin kaderi neyse tek tek insanların kaderi de oydu işte...

Üzüntüyle de kalmıyordu. Dehşetin de sonu yoktu. Bir resmi belge almak için girdiği konsolosluktan bir daha çıkamayan Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’dan geriye kalan da bir dehşetti mesela... Sapasağlam girdiğin bir kapıdan, kendi ülkenin başka bir ülke nezdindeki resmi temsilciliği olması nedeniyle, her şeye rağmen belirli bir güven duyarak girdiğin bir kurumdan bir daha çıkamıyorsun. Çıkamıyorsun. O kadar...

Sonra işte dünyanın neden bu kadar sefil bir yer olduğunu bir türlü anlamayan aklıma, son yumruğu da Ertuğrul Özkök indiriyor. Köşesini Suudi gazeteciye ayırmış. İlk iki cümleye inanamıyor insan tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissediyor. Noktasına virgülüne dokunmuyorum: “OTURDUĞUM yerden dedektiflik yapıyorum... Çünkü bir gazetecinin ağzının suyunu akıtacak bir olay bu...” diyor. Dedektiflik yapıyor ve gazeteci olarak da ağzının suyu akıyor... Hem de ne karşısında? Bir gazetecinin korkunç biçimde öldürülmüş olma ihtimalini destekleyen deliller karşısında... Yılların gazetecisi, başka bir gazetecinin feci bir cinayet ihtimali eşliğinde ortadan kaybolması olayının detaylarına bakarken, “ağzının sulandığını” ifade ediyor, üstelik her gazetecinin de ağzının sulanacağını söylüyor!

Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve çok sayıda başka gazetecinin katledilmesine tanıklık etmiş, bazılarıyla yakın arkadaşlık etmiş bir gazeteci söylüyor bunları. Başka bir gazetecinin korkunç bir ölüme kurban gittiğine delalet eden ortadan kaybolma hikayesi hakkındaki yazıya böyle bir ilk cümleyle başlayabiliyor.

Tabii ki çok acı var. Niçin olmasın? Acıların birazı da bu türden bir nobranlık ve bu incelik yoksunluğu yüzünden var...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.