Dicle ve tanışmadığım diğer arkadaşlarım
Yaşadığımız ve kaderimizi belirleyen coğrafyada hayat o kadar ağırdı ki, ona yakından bakan iflah olamıyordu. Dicle de dışlananların, ayrımcılığa ve şiddete uğrayanların, görünmez kılınmaya çalışanların hikâyelerinin peşinde geçirdiği kısa ama hakkını vererek yaşadığı bu dünyada hayata yakından bakmayı tercih etmişti.
Bir zamanlar Ankara Üniversitesi’nde, Kadın Çalışmaları lisansüstü programında öğrencileri tanımak için giriş dersleri yapardık. Bu derslerde öğrenciler kürsüye çıkarak o programa neden kaydolduklarını anlatırlardı. Ama bu anlatım kuru bir amaçlar, beklentiler silsilesinden ibaret olmazdı hiçbir zaman. Oraya bilinçli olarak gelen öğrencinin her zaman hayatla, kendiyle bir derdi olurdu. İşte o dertler dökülürdü ağızlardan. Ne travmalar, ne mücadeleler, ne dayanışma ve düze çıkma hikâyeleri dinlemiştik o küçük amfide.
Benzer hikâyelerle aynı programdaki dersim için verdiğim ödevlerde de karşılaşmıştım. Öğrenciler çevrelerindeki kadınların hayat hikâyelerini kaydediyorlardı. O kayıtlarda, bu coğrafyada kadın olmanın, hangi sınıfa, kültüre ait olunursa olunsun nice acılar, nice mücadeleler, küçüklü büyüklü zaferlerle yahut telafisi imkânsız kayıplarla örülü olduğuna dair anlatılar olurdu. Hem dersler bağlamında, hem de saha çalışmalarında öyle acılı, öyle zorlu hayatlar, olaylarla karşılaşıyorduk ki, duyduklarımızın yarattığı dehşetle, zaman zaman anlatılanların gerçek olduğundan şüpheye düşüyorduk. Oysa dile getirilebilenden çok daha fazla acı vardı. Kimi bunu söze dökmeye utanıyor, kimi de normalleştirmiş olduğu için lafını etmeye değer bulmuyordu.
Sosyal ve beşeri bilimlerde saha çalışması çok zorlu bir iştir. Hiç tanımadığınız insanların hayatlarına “bakarken”, hem onları kırıp dökmek ihtimali vardır, hem de kendiniz kırılıp dökülebilirsiniz. Travmalar, yas süreçleri, yerinden edilme, katliam, sömürü, ayrımcılık ve aklınıza gelebilecek her türden karanlık hikâye, anlatıcının mahremini yükler size. İster kişisel hikâyesini, isterse o hikâyenin ait olduğu kolektif hikâyeyi anlatıyor olsun… Siz artık eskisi gibi olamaz, neşenizin, iyimserliğinizin bir kısmını yitirirsiniz. Ama bazen de ümitle dolar, direncinizin arttığını görürsünüz. Feminist metodolojinin anlatmaktan çok anlamaya, çözüm aramaya, empati kurmaya ve hikâyeleri değiş tokuş etmeye meyilli doğası hesaba katılacak olursa, bir feminist olarak sahada olmak daha da meşakkatlidir ama sağaltıcıdırlar.
Akademik çalışmalarını bu toplumun ötekilerini dinleyip anlamak, haksızlık ve adaletsizlikleri ortaya dökmek üzerine kurmuş, sahada da zaman geçirmiş Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Dicle Koğacıoğlu, bundan 11 yıl önce, henüz 37 yaşındayken, arkasında “Çok acı var, dayanamıyorum” notunu bırakarak bu dünyadan gittiğinde onu tanıyan çoğu kişi, “Bu kadar hayat dolu bir insan nasıl intihar eder?” diye sormuştu. Ama dostları, çalışma arkadaşları, hayatla bu kadar dolu bir kadının, bir feministin, masa başında ahkam kesmeyi değil, başkalarının dertleriyle hemdert olmayı tercih eden bir akademisyenin nasıl bir azap içinde olabileceğini tahayyül ederek karşıladılar bu kaybı. Yaşadığımız ve kaderimizi belirleyen coğrafyada hayat o kadar ağırdı ki, ona yakından bakan iflah olamıyordu. Dicle de dışlananların, ayrımcılığa ve şiddete uğrayanların, görünmez kılınmaya çalışanların hikâyelerinin peşinde geçirdiği kısa ama hakkını vererek yaşadığı bu dünyada hayata yakından bakmayı tercih etmişti. Güven duyulması gerekenin hukuk sistemi değil, adalet ve vicdan olduğunu; namus cinayeti denilerek meşrulaştırılan kadına yönelik şiddetin sınıf, kültür, inanç tanımayan yaygınlığını anlatmıştı bize.
Dicle’nin kaybından sonra, Sabancı Üniversitesi’ndeki çalışma arkadaşları, dostları onun adına bir makale ödülü tertip ettiler. İlk ödül töreninde, Dicle’nin önce hocası, sonra da en yakın dostlarından biri olan Ferhunde Özbay bir konuşma yaptı. O konuşmaya geçmeden önce Ferhunde Hoca’ya dair bir iki kelam etmezsem olmaz. O Türkiye akademisinin alışıldık hoca profilinden çok farklı bir kadındı. Otorite ve hiyerarşi temelli ilişkilerle hiç işi olmazdı. Tıpkı Dicle ile olduğu gibi, öğrencisi olarak hayatına girmiş insanlarla dost oluvermesi ve hiyerarşi zincirini kırıvermesiyle maruf, mütevazı, dayanışmacı ve güler yüzlü bir insandı. Son söyleşilerinden birinde şöyle demişti: “Bilimde yaşa ve titre göre hiyerarşi olmaması gerektiğini, özgür bir düşünme ve tartışma ortamının ne kadar geliştirici olduğunu öğrendim. Gençlere özgüven vermenin başka bir yolunun olmadığını öğrendim. Şimdi bu öğrendiklerimi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum ve yaşım ilerledikçe genç kuşaklarla tartışmanın bana da ne kadar yararlı olduğunu görüyorum.” Kendisiyle yıllar önce mektup arkadaşı olmuştuk. Sadece mektuplarla süren bir ilişkinin bu kadar yakın olabileceğine o zamana kadar inanmazdım. Ne mutlu ki, onunla yüz yüze gelebilme ve birbirimize sarılabilme imkânı bulabildik. Bu sarılmanın üzerinden çok geçmeden, 2015’te kaybettik onu.
Ama ne yazık ki, Dicle ile hiç birbirimize sarılamadık. Oysa o yazdıklarıyla, çalışma alanıyla, insanlarla, hayatla kurduğu ilişkiyle ve bu dünyaya veda etme gerekçesiyle benim arkadaşımdı. Bu yazı vesilesiyle Ferhunde Hoca’nın konuşma metnini bir kez daha okudum. Hoca, Dicle’nin hiç tanımadığı ve hatta tanıma ihtimali olmayan yazarlarla nasıl arkadaş olduğunu ve onlardan nasıl da coşkuyla bahsettiğini anlatıyordu bu konuşmada: “En sevdiği arkadaşı Agamben’di. İstiklal Caddesi’nde kim bilir nereye giderken, her adımda birisinin omuz darbesini yerken, Dicle’den enfes bir Agamben dinlediğimi anımsıyorum.” Bu bir tesadüf olamazdı. Tam da tanışmadan yakınlık hissedilen insanlar hakkında düşünür ve Dicle’yi bu vesileyle anarken, yine Ferhunde Hoca imdadıma yetişmiş ve bana bu yakınlığın nelerden kaynaklandığını hatırlatmıştı. İşin kolayına kaçmadan, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların, nefret söylemine maruz kalanların, hatta yaşama hakkı elinden alınanların sesi olmaya çalışmak çok yalnızlaştırıcı bir şeydi. Bu sese kulak verenler olarak içimizden birbirimizle konuşmazsak, yazarken birbirimizden ilham almazsak aklımızı kaçırabilirdik. Anlıyorduk ki, bir avuç kişi, birbirimize sarılmazsak bu kuvvetli rüzgarda savrulacağız. Dicle bu rüzgarda savruldu. Ama onun dayanamadığını söylediği acılar karşısındaki cesareti, acı çekenlere karşı dayanışmacı tavrı yere sağlam basmamız ve devam etmemiz için güç verecek. Çoğunu şahsen tanıdığım ve ihtiyacım olduğu zaman sarılmak için kolları her zaman açık olan ortak arkadaşlarımız da var. Sen de iyi ki vardın Dicle, iyi ki hiç tanışmadığım arkadaşımdın.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI