Af dilemesi gerekenler af ilan edemez!
Af önerisinde çiçeği burnunda başkanlık sistemi için temiz bir sayfa açmak ve toplumsal barışı yeniden tesis etmek gibi gerekçeler zikrediliyor. Böylelikle mesele devletin ceza politikasının bir unsuru olmanın ötesine, yüksek bir moral davranış olma seviyesine çıkarılıyor. İşte, af dilemesi gerekenler affedemez görüşünün anlam kazanmaya başladığı yeri de burası oluşturuyor.
Her af tartışması gündeme geldiğinde, ileri sürülen şöyle bir itiraz var: Suçluyu devlet değil, suç kime karşı işlenmişse o affeder. İtiraz, “Kim affedebilir?” sorusuna verilebilecek tek doğru yanıtmış gibi ileri sürülüyor. İlk bakışta güçlü bir mantığın eseri gibi görünse de, bu yanıtı af uygulamalarının çeşitliliğiyle bir arada ele aldığımızda gücünden çok şey kaybetmeye başladığını görürüz. Mesela, cezayla beraber suçu da ortadan kaldıran bir genel af kadar, sadece cezayı ortadan kaldıran bir özel af da söz konusu olabilir. Sonra, toptan bir af ilanı kadar kısmi bir af ilan edilmesi de mümkündür. Asıl önemli olan, af konusunun sadece fail ile mağdur arasındaki ilişki kapsamına indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu görebilmektir.
Demek ki itiraz sahiplerinin sandığının aksine, sorunun her somut durumda geçerli olabilecek tek bir yanıtı yok. Fakat bu durum, sorunun başka bir açıdan çok anlamlı olduğunu ve güncel bir önem taşıdığını görmemize engel değil. Malumunuz, başkanlık sistemi insan hakları ilkelerinin yıkıntıları üzerine inşa edildi. Yıkımdan geriye, sadece bu af tartışmasının konusunu oluşturan ve terörizm suçlamasıyla cezaevlerine doldurulmuş on binler kalmadı. Bir de giderek büyüyen bir işsizler ve yasaklılar ordusu, hayatından veya yurdundan edilmiş düzinelerce insan ve dahası var. Dünya adil olsaydı, bu ihlallerin faillerinin af dilemesi beklenirdi. Oysa onlar bugün affetmeyi, affın koşullarını ve sınırlarını tartışan insanlar konumundalar. O halde sorunun güncel yanıtını şu şekilde verebiliriz: “Af dilemesi gerekenler, af ilan edemez.”
Bu yanıtla tartışmanın bağlamını biraz genişlettiğinin ayırdındayım. Af önerisi, bir şekilde cezalandırılmış veya yasaklı duruma düşmüş insanların hukuki durumuyla ilgili. Ne var ki af önerisini kabul ettirmek için ileri sürülen bazı gerekçeler, meselenin sadece hukuki bağlam ile sınırlı olmadığını da gösteriyor. Sadece cezaevlerindeki kalabalığın tasfiye edilmesi gibi yönetsel veya kader kurbanlarının mağdur edilmemesi gibi folklorik gerekçeler ileri sürülmüyor. Çiçeği burnunda başkanlık sistemi için temiz bir sayfa açmak ve toplumsal barışı yeniden tesis etmek gibi gerekçeler de zikrediliyor. Böylelikle mesele devletin ceza politikasının bir unsuru olmanın ötesine, yüksek bir moral davranış olma seviyesine çıkarılıyor. İşte, af dilemesi gerekenler affedemez görüşünün anlam kazanmaya başladığı yeri de burası oluşturuyor.
Dahası, af dilemek yerine affeden pozu kesenlerin, gerçekte kimseyi “affetmeyeceğini” de belirtmek gerekiyor. Durumu daha net ortaya koyabilmek için af tartışmasının başına dönmekte yarar var. Hatırlanacağı üzere, önerinin ilk sahibi Bahçeli’ydi ve afla ilgili çalışmasının “kampanya yüzü” olarak da Alaattin Çakıcı’yı belirlemişti. Bahçeli, Çakıcı’nın ilerleyen yaşı veya bozulan sağlığından söz etmekle kalmıyor, onun “devlete hizmet” etmiş biri olduğunu da özenle vurguluyordu. Türkiye’ye yabancı biri, devlete hizmet etmiş birinin, aynı devlet tarafından hapsedilmiş olmasını anlamakta güçlük yaşayabilir. Ne var ki devlete hizmetin çelişkili doğası, aynı zamanda, onu etkili kılan ve faaliyete geçiren asıl güç. Bu yüzden, kavramın ikircikli yapısını anlamak, af tartışmalarının siyasi motivasyonun ötesinde bir şeyi, yani insan hakları ihlallerinin temel mantığını da görmemizi sağlayabilir.
Organize suç faaliyeti, devlete hizmet ile bir arada nasıl mümkün olabilir? Suç, kanuna karşı işlenen eylemlerin bir vasfıdır. Bu açıdan baktığımızda, ister şahsa ister mala işlensin, tüm suç türleri devletin kuralına karşı gelmek anlamında, devlete karşı işlenir. Ne var ki, olanaklı devlet eyleminin olası bütün koşulları, yine devletçe belirlenmiş kurallar aracılığıyla belirlenmemiştir. Bilhassa devletin güvenliği, sağlığı ve devamlılığı, kısacası “devletin bekası” ile ilgili hususların bu kurallar alanının dışında halledildiğini görüyoruz. Yani, düzen ve hukukun belirlediği bir dünyada yaşamanın teminatı olan devletin yaşayabilmesi için, düzen ve hukuk dışına çıkması gerekmektedir. İşte bu gereklilik, organize suç örgütlerinin faaliyeti ile “devlet hizmetinin” çakışmasının imkan koşullarını oluşturur.
“Mafya” olarak da adlandırılan organize suç örgütlerini ayakta tutan iki temel işlev vardır: Zor kullanma ve haraç toplama. Devletin “şiddet kullanma” ve “vergi salma” ayrıcalıklarıyla bir arada düşünüldüğünde, bu işlevlerin mafya ile devleti rakip, hatta çatışan konumlara itmesi beklenir. Bu yüzden mafyanın “devlet içinde devlet” veya “devlet düşmanı” bir oluşum olduğu yönünde güçlü bir anlayış birliği vardır. Ne var ki, Türkiye’de mafyanın ve genel olarak organize suçun tarihi, devlet ile böyle bir çatışmanın varlığına dair hiçbir işaret vermemektedir. Aksine, zaten hukuki bir çerçeve içinde düzenlenmesi mümkün olmayan ekonomik kaynakları ve şiddet araçlarını kendine tahsis etmek yoluyla, mafya ile devlet arasında bir tür iş bölümü olduğunu görüyoruz.
Normalde suç devlete karşı işlenir, oysa organize suç ihtiyaç anlarında devletin bekasına yarar sağlayacak şekilde programlanır. Normalde suç yasanın ihlaliyle açığa çıkar, oysa organize suç alanında ihlal yasayı aşar ve onu bütünler. Bir devlet düşmanını hukuka aykırı bir şekilde ortadan kaldıran eylemin faili, devlete yönelen bir tehdidi etkisizleştirmesi anlamında “devlete hizmet” etmiş sayılır. Yani yasanın aşılması devlete yarar sağlamıştır. Ancak aynı kişi, yaptığı eylemin anlam kazanabilmesi ve devleti tamamlayabilmesi için, suç kapsamında değerlendirilmesine ve cezalandırılmasına da razı olmak durumundadır. Organize suç örgütünün mensubu, kendi yazgısı olarak gördüğü bu kefareti ödemeye zaten hazırdır. Çünkü gerek olduğunda yeniden hizmete alınacağının ve aslında kendisinin her türlü suç ve kefaretin ötesinde tutulduğunun bilincindedir.
Artık devlet hizmetinin ikircikli yapısı derken kastettiğim şeyi biraz daha açık kıldığımı düşünüyorum. Bu yapı, af dilemek yerine af çıkarmaya yönelenlerin, neden gerçekte kimseyi “affedemeyeceğini” de açıklar. Af ile serbest kalan “devlet hizmeti”, zaten toplumsal barışı ortadan kaldıran anlayışın yeniden toplumsal hayatın içine salınması anlamına gelmektedir. Susurluk kazası ve sonrasındaki tartışmaların gösterdiği gerçek şuydu: Mafya, devletin arka bahçesidir. Bulunması sorun yaratacak bazı ölülerin ve ifşası baş ağrıtacak bazı sırların gömüldüğü karanlık bölge... Uzun lafın kısası, af talebinin asıl amacını temiz bir sayfa açmak veya toplumsal barışı sağlamak oluşturamaz. Gaye, günümüzün ihlal rejimini, geçmişte devletin karanlık işlerini görenleri aklamak yoluyla temize çekmektir.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI