Zor zamanlar, umutlu hikâyeler
Ölüm var ve hayat hızla değer kaybediyor. Temel bilimler gibi ‘temel değerler’ diye bir kavram olmalı bence, diyelim, insani. Bu konuda da hiç ayarımız yok. Hayatımızı ya üç beş çeşit kutsal yönetiyor, bilincimizin içi dışı bunlarla dolu. Ya da bu kalp-beyin patronlarından görece kurtulduğumuzda yerlerine ne koyacağımızı bilemiyoruz. Oralarda bir yerlerde kantarın topuzu kaçıyor işte.
Geçtiğimiz hafta Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali’ndeydim. Uzun süredir bu kadar güzel insanı, iyicilliği, içten gülüşü bir arada görmemiştim. Hava değişiminin de katkısıyla, güzeller güzeli İstanbul’umuzun haşin, güvenilmez ortamında koşturmaya alışmış ayarlarım bozulmuş olacak, döner dönmez grip oldum. Kedim Mehveş, festivalden bir hafta önce kalp krizi geçirdi. Bu iki etkenden ötürü biraz ‘durunca’ aşağı yukarı bir yıl gibi bir sürede ne çok kayıp ve kayıp riskiyle sınandığımın daha iyi ayırdına vardım.
Kedi dediğin tüylü vicdan. Kedi sahibi olmayan birine 5,5 yaşındaki kedine ömür biçilmesinin nasıl iç sızlatıcı bir şey olduğunu anlatmak zor gerçekten. Grip, sevdiğimiz bir varlığı kaybetme riski, nedeni ne olursa olsun, durmaksa esas şunu hatırlattığı için sarsıcı oluyor: Bunca hengamenin ucunda ölüm var. İnsanın ne denli kavramaya çalışırsa çalışsın, bir türlü hayatına yediremediği bir bilgi.
Ölüm var ve hayat hızla değer kaybediyor. Temel bilimler gibi ‘temel değerler’ diye bir kavram olmalı bence, diyelim ‘insani’. Bu konuda da hiç ayarımız yok. Hayatımızı ya üç beş çeşit kutsal yönetiyor, bilincimizin içi dışı bunlarla dolu. Ya da bu kalp-beyin patronlarından görece kurtulduğumuzda yerlerine ne koyacağımızı bilemiyoruz. Oralarda bir yerlerde kantarın topuzu kaçıyor işte. Ölüme saygı, insanları herhangi bir açıdan istismar etmemek, asgari nezaket gibi temel değerleri bar tipi nihilizme de, klavye başı tipi tamgaz acı alaya da kurban edemeyiz, yerine koyacağımız bir şey yok bunun.
Anlattığım sebeplerle kendi merdivenaltıma, son günlerdeki Ara Güler linci üzerine de yine toplumumuzun çocukluğuna indim. “Ara Güler linci”. Cümle o kadar karanlık ve absürt bir hâli ortaya çıkarıyor ki kendinizi bir David Lynch evreninde buluveriyorsunuz. Tekinsizliğin kol gezdiği, üstelik de senaryoyu kestirilebilir olmayı sevmeyen ‘afacan’ bir Tanrı’nın yazdığı bir evren. Nedensellik ilkesi işlemiyor. Ölüm bile ölüme benzemiyor. Gerçek hayatımız artık bundan daha sert, gerçekten. Öyle yaygın bir tüketme eğilimi, irrasyonel kötücüllük var ki muhakkak sağımıza solumuza bulaşıyordur. Isırıldıkça dönüşüyoruz. Bunun panzehiri galiba cinayet mahallinde soluksuzca vakit geçirmek değil de esas beslenme alanlarımıza dönmek. Birazdan döneceğim.
Hayatta her şey politiktir ve Türkiye’nin, hatta dünyanın alanında en önemli isimlerinden biri de olsa, bir sanatçı, bunca zor bir dönemde durduğu yer bakımından eleştirilebilir. Üretmeye devam ettiğine göre, 85-90 yaş kafası, sağlık sorunları gibi hafifletici sebepler de göz önüne alınmak zorunda değil. Kimsenin ölümüne üzülmek zorunda değil zaten kimse. Ama en azından, ölüm karşısında bir tür fanatik taraftarlığa geçmemeyi beklemek, çok mu fazla?
Daha haberin birinci dakikasından itibaren bu ölüme niye üzülemeyeceğimiz konuşulmaya başlandı. Sonra da işler çığırından çıktı gitti. Bu kadar büyük bir sanatçının, 70 yıldır fotoğraf çeken, Dali, Hitchcock, Picasso gibi sanatçıları fotoğraflamış, ‘edebiyatımıza yüzler vermiş’, en güzel İstanbul’u gözünden gördüğümüz, görsel belleğimizin önemli bir kısmını oluşturmuş birinin ardından, söylenmedik şey kalmadı. Daha ismini belki dün duymuş ergeninden ergen yetişkinine bir sürü insan ağza alınmayacak hakaretler etti.
Bu konuda yazanlar, çizenler, çok doğru noktaları belirtenler oldu. Bugün gördüğüm Haluk Kalafat yazısı onlardan biri. Ben Ara Güler’le karşılaşmış olsam da uzun uzun sohbet edebilmiş ya da beraber çalışmış değilim. O ‘göz’ün bir okuru olarak konuşuyorum.
Yazılıp çizilenlerde şu ana dek rastladığım önemli ortak nokta şu: Ara Güler (tam adıyla Aram Güleryan) hiçbir zaman muhaliflik iddiasında olmamış bir sanatçı. Sanatçılık iddiası da yok. Genel olarak iddiasızlık iddiasında olduğu söylenebilir. Oluş hâlinde, kaydeden, yakalayan, ölümsüzleştiren bir göz. Kendisine ‘fotomuhabir’ diyor. Her dönem her liderin fotoğrafını çektiği gibi Cumhurbaşkanını da çekmiş, açıklamasına göre.
Üstüne Gezi zamanı söyledikleri nedeniyle önemli bir kesimin içinde ölmeden önce biraz ‘ölmüş’ olmasını anlayabiliyorum. Hiç taraf olmamak, hakim tarafın tarafında olmaya dönüşebilir kolaylıkla. Ama bunu da yancılıktan, ranttan ayırmak gerekir. Bingöllerle, Gencebaylarla aynı kefeye koyamayız Ara Güler’i. Bunun için yeterli kanıtımız yok. (Bunu da Duvardaşımız Metin Solmaz dün gördüğüm, ‘yazı’dan eksik kalmayan bir facebook postunda gayet güzel açıklamış.)
Özetle bu kadar coşacak bir veri yok ortada. Oldu diyelim, hakkımız yok. Bir noktadan sonra mesele hiç ‘politik’ falan da görünmüyor bana. Direkt toplumsal ruh ve sinir hastalıklarına bağlanıp koğuştan bildiriyormuşuz gibi geliyor. Emekle, liyakatle ciddi bir sorunumuz var. Her kesimde var bu. Sanatçı kutsal falan değil ama emek, liyakat değerlidir, yoksa tutunacak ne kalır elimizde?
Yok işte, kalmıyor böyle böyle. Takımını seçip ortadan sallama var. Gerek kişisel gerekse kurumsal aidiyetleri sürdürmenin çok zorlaştığı bir dünyada taraf olma, ittifak kurma ihtiyacını çarpık yollardan giderme yatkınlığı var. Üstelik hiç maliyeti yok. Bugün ölüye, yarın diriye, yeter ki gün kurtulsun.
Ben bir süredir en çok yaz yaz bitmeyen bu linç eğilimimizden, ölüm taraftarlığımızdan, hayata, birbirimize karşı hoyratlığımızdan korkuyorum. Bu korkutucu manzaradan sözümü daha ‘küçük’ ama umutlu bir hikâyeye çevirmek istiyorum, Marmaris’teki festivale.
UMUTLU BİR FESTİVAL HİKÂYESİ
Herhangi bir kamu kuruluşundan maddi destek almaksızın yapılan bağımsız Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali’nin bu yıl, yerli ve yabancı seçkilerle 9-14 Ekim arasında dördüncüsü gerçekleşti. Seren Yüce, Janset, Banu Bozdemir ve jüri başkanı Andreas Treske ile beraber ulusal yarışmanın ana jürisindeydim ben de. Kurmacadan liselerarası karmaya, beş dalda 42 film yarıştı. Ödüllerin tam listesine Burak Abatay’ın bu yazısından ulaşabilirsiniz. Festivale ve seçkilere dair bazı izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.
- Her daldaki seçkiler, ihtiyacımız olan türden kapsayıcı renklilik ve çeşitliliğiyle beni mutlu etti. Kadınların, LGBTi+ bireylerin, mültecilerin, temsil edilemeyen ötekilerin ve azınlıkların hikâyelerine de yer vermesiyle toplumsal, ‘gerçek suç’ belgeselinden kurmacada korku, gerilime uzanan seçkileriyle türsel açıdan zengin bir seçkiydi. Bunun için festivalde onur ödülü de alan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden hocamız Bülent Özkam, sinema araştırmacısı Hayri Çölaşan ve görüntü yönetmeni Serdar Gürcan’dan oluşan ön jüriye buradan da teşekkür edeyim.
- Kısa filmler dar olanaklarla sinema macerasını mümkün kılmalarıyla özellikle sinemaya yeni adım atanlar açısından taşıdıkları değerin yanı sıra kısa ama güçlü birer iddia olarak kendi içinde de önemli. Büyük anlatıların, büyük çözümlerin, büyük hikâyelerin karşısında, sözünü daha hayatın ortasından söyleyen bu filmlerin günümüz için anlamı büyük.
- Festival komitesinden gönüllülere, güzel bir ruhu olan bu festivalin her yerinde kadınlar ez(mey)ici çoğunluktaydı. Seçkilerde de kadın yönetmenlerin oranı umut vericiydi. Hollanda seçkisinden, 25-26 yaşlarında bir kadın yönetmenin yaptığı otobiyografik belgesel “If Mama Ain’t Happy Nobody’s Happy,” hem anne-kız hem de genel olarak kadınlık meselelerine yaklaşımıyla tatlı ve çarpıcı bir film. Buradaki kendi derdini cesur ve içten biçimde deşerken evrensel kılma becerisinin sinemadan yazına her alanda daha da güçlenmesi gereken bir yanımız olduğunu düşünüyorum.
- Yeşilçam yakışıklıları, Göksel Arsoy ve Yusuf Sezgin, festivalde emek ödülü aldılar. O yaşlarda hala etrafa yaydıkları ışık, karizmanın yanı sıra kendi geçmişlerine, ürünlerine sevgiyle, mizahla yaklaşımlarına bayıldım.
- Son alarak da festivalin açılış filmi “Umutlu Bir Hikâye”den bahsetmek istiyorum. Festival direktörü Şeref Öztürk’le beraber festivale büyük emeği geçenlerden, yönetmen Jale İncekol’un belgeseli. Lüleburgaz’ın bir köyündeki kadınların emekli müzik öğretmeni Şükran Akdeniz liderliğinde kurdukları koroyla içlerindeki müziği, yaratıcılığı keşfetmesini anlatan çok tatlı bir film. Film, katılımcıların çoğu tarafından daha çok “Cumhuriyet Kadınları Korosu”nun temsil ettiği Kemalist rüya nedeniyle benimsendi, herkesi ağlattı. Ben esas olarak birleştirici bir kadın filmi, kadının içindeki yaratıcılığın ateşlendiği anda en dar alanda, tüm koşullara rağmen nasıl ‘devrimci’ bir nitelik kazanabildiğini, taşları yerinden oynattığını gösteren bir film olarak sevdim. Adı gibi aydınlık, umutlu bir hikâye.
Her alanda umut daralmasından, alan daralmasından şikayet ettiğimiz bu zamanda gönüllülük ve özveri esasında gerçekleşen, yer açan, umut veren bu tür festivallerin daha çok desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ölüme değil hayata taraftar, hayat yapıcı, umut yeşertici zamanlar dileğiyle…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI