Yeni gelin sunumu
Bu formatın bu kadar yaygınlaşmasının bir sebebi, mevcut iktidarın aile, beden ve cinsiyet politikalarına uygun düşmesi gibi görünüyor. Aile ve evlilik kurumunu yücelten, domestik faaliyetlere itibar kazandırmanın ötesine geçip, onu cilalayıp kutsayarak kadının üzerine yıkılmasını meşrulaştıran, tek eşliliği, büyüklere saygıyı, geniş aileyi olumlayan bir format bu.
Cemal Kaşıkçı, erken emeklilik, belediye başkan adayları, ittifak sürtüşmeleri derken gündem giderek boğucu hale geldi. Bu sorunlardan biraz uzaklaşıp, çok da önemsenmeyen başka sorunlara bakmak iyi gelir, diye düşündüm. Gördüğünüz gibi, sağımız solumuz sorun dolu olduğu için, içinde hafifçe eğlence barındıran bir soruna göz atmak bile iyi gelebiliyor.
Ben çocukken, mahallemizde evlilik çağına gelmiş her delikanlıya “kız bakma”ya cümbür cemaat giderdik. Oğlanın annesi, nenesi, varsa teyzeleri, kız kardeşleri ve bu yetmezmiş gibi biz komşular. Hem de çoluk çocuk… Bu biraz da, kız tarafını faka bastırmak, iki üç çift göz yerine yedi sekiz çift gözün süzüşüne maruz bırakmak, eve dönüldüğünde kızın albenisini, evdeki hazırlıkları, ikramları, sunumları, tertibi ve düzeni beraber değerlendirmek anlamına geliyordu. Ama daha çok da erkek tarafının ağırlığını, pazarlık gücünü ve avantajını ima ediyordu. Genelde kız tarafı bu dengesiz ilişkinin farkında olur ve buna boyun eğerdi. Sere serpe yayıldığımız bal dök yala kız evlerinde ikramın bini bir para olur, kimi mağrur, kimi mahcup gelin adayları en şık fakat en mazbut kıyafetleriyle hizmet etmek için dört dönerlerdi. Erkek tarafının gözünü boyamak için konu komşudan ödünç alınmış eşyalar, tabak-çanaklarda, yine konu komşuyu seferber ederek hazırlanmış zahmetli yiyecekler sunulurdu.
Son yılların trendi olduğu ölçüde alay konusu da olan, sosyal medya hesapları ve televizyondaki yarışma formatlarıyla yaygınlaşan yeni gelin sunumlarında çocukluk tecrübemin benzeriyle karşılaştım. Sunum fiilinin sarih biçimde özetlediği bir tecrübe bu. Genç kadınlar kendilerini, çeyizleri, marifetleri, ailevi özellikleri, nezahatleri, “temiz” ahlaklarıyla ve kimi örnekte de imanlarıyla birlikte önce görücüye, evlilik ritüelleri sırasında konuklara, nihayet uzun yıllar boyunca tüm akrabayı taallukata ve geri kalan sosyal çevrelerine sunmakla mükellef olduklarına inandırılıyorlar. Bütün bu kalabalığa yapılan sunum yeterli gelmiyor olacak ki, daha geniş kitlelere de marifetlerini, saadetlerini ve bir koca bulmuş olmanın ayrıcalıklarını göstermek hevesine kapılıyorlar.
Bu formatın bu kadar yaygınlaşmasının bir sebebi, mevcut iktidarın aile, beden ve cinsiyet politikalarına uygun düşmesi gibi görünüyor. Aile ve evlilik kurumunu yücelten, domestik faaliyetlere itibar kazandırmanın ötesine geçip, onu cilalayıp kutsayarak kadının üzerine yıkılmasını meşrulaştıran, tek eşliliği, büyüklere saygıyı, geniş aileyi olumlayan bir format bu. Bunun yanında, evlilik ve ev kurma pratikleri için geniş bir pazar var ve bu pazarın beslenmesi gerekiyor. Sosyal medya paylaşımlardaki ve televizyon programlarındaki evliliğe ve ev kurmaya dair her türlü ayrıntı, bu pazarın sunduğu ürünleri modaya dönüştürmüş ve bunların gizli/açık reklamını da yapmış oluyor. Söz, nişan, kına, bekârlığa veda partisi, düğün ve nihayet balayı etkinlikleri keseye göre çeşitlenen birer paket olarak sunuluyor. Lambader, ranır, damask, benç gibi kelimelerden oluşan bir lügat hayatımıza giriyor ve çeyiz alışverişi yaparken, çoğu hiç kullanılmayacak, örtü altında eskiyip gidecek de olsalar, ideal evin olmazsa olmazları olarak dekorasyon yelpazesini ve arzu haritasının sınırlarını genişletiyorlar.
Yeni gelin evi, gelinlerin tatlı telaşı türünden programların ve sosyal medya paylaşımlarının bir başka olumsuz etkisi, kadınlar arası rekabeti kızıştırmak. Ataerkil kültürün kurduğu bir tuzak olarak da görebiliriz bunu. İki kişinin kararı ve ortaklığıyla yaşanması gereken bir süreç, damadın yan rollerden birini oynadığı, olumlu ve olumsuz yanlarından gelinin sorumlu olduğu bir gösteriye dönüşüyor.
Geçenlerde Show TV’de tesadüf ettiğim Gelin Evi adlı yarışma başka kanallardaki benzerleri gibi, evlilik ritüellerini ve yeni kurulan aile evini yabancı gözlerin, daha çok da rakip kadınların onayına sunuyordu. Bu sunum sırasında ev bir kamusal alana dönüşüyor, mahremiyetin sınırları muğlaklaşıyordu. Bu yarışmaya katılan kadınların ortak özelliklerine bakınca, bir yandan evlilik yaşının ne kadar düştüğünü, diğer yandan da kadın işsizliğinin ne kadar arttığını görüyordunuz. Her biri halinden çok memnun ve mağrur görünen beş yeni evli kadın, şık kıyafetleri, kuaför eli değmiş platin sarısı saçları, altın takıların ağırlıklarını taşımaktan yorgun kolları, elleri, boyunları ve kulaklarıyla birbirlerinin misafir odalarından yatak odalarına, mutfaklarından oturma odalarına girip çıkıyor ve en habis ve küçümseyici tavırlarını takınmaya gayret ederek birbirlerinin çeyizlerini, eşyalarını, gelinliklerini, ev düzenlerini ve temizlik anlayışlarını kıyasıya eleştiriyorlardı. Gerdan kırarak ve bilgece bir tavırla domestik bilgilerini yarıştırıyorlardı. Hiçbirinin soyadı yoktu, şu veya bu gelin olarak adlandırılıyorlardı ve birbirlerinin düğün videolarını izleyip suratlarını buruştururken fonda “Oh ya, oh ya, sonunda gelin oldum ya” nakaratını yineleyip duran uyduruk bir şarkı çalıyordu. Aralarına nifak tohumu sokmaktan başka bir kaygısı yokmuş gibi görünen bir dış sesin sorduğu, ortamı kızıştırmaya, açık yakalamaya ve kusurları tespit etmeye yönelik sorulara yanıt vermeye zorlanıyorlardı.
Üretkenlikleri dört duvar arasına sıkıştırılmış bu genç kadınları izleyince, onların yaş dilimindeyken dillendirdiğimiz özgürlük taleplerini, arayışlarımızı ve mücadelelerimizi anımsadım. Cinsel özgürlük, şiddeti önlemeye yönelik yasal düzenlemeler, kürtajın serbest bırakılması, kadın bakanlığı kurulması, soyadı kanunu, istihdam süreçlerinde engellerin ortadan kaldırılması gibi konular tartışılır ve Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok kitabı ortalığı kasıp kavururken genç kadın olmanın ne büyük şans olduğunu düşündüm. O dönemin konjonktürü ve küresel dönüşümler de bizden yanaydı. Muhafazakarlığın yükseldiği, cinsiyetçiliğin kadın düşmanlığına çanak tuttuğu, evlat, anne ve eş olmanın bir kadın için en temel ve en kıymetli mesai sayıldığı bu dönemin genç kadınlarına rekabetçi evlilik piyasasına kendilerini sunmaktan başka seçenek bırakılmıyor maalesef.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI