Zamanın çoktan beri beklediği bir cinayet
Kaşıkçı cinayeti, “post-nizam dünyası”nın bir semptomuydu. Çağcıl dünyanın adeta son “nizam” evreni olan diplomatik bir temsilcilikte vuku buluyor, orayı da yerle bir ediyor ve çoktan işlenmiş bir vahşetin alenen sergilendiği mekana dönüştürüyordu. Başkonsolos bu nedenle o komik yüz ifadesini takınıyor ve mealen söylersek, “Buyrun bakın, burada kimse yok” diyebiliyordu.
Cemal Kaşıkçı’nın katli birkaç haftadır köşe yazılarının ve sosyal medyadaki yorumların en önemli konusunu oluşturuyor. Olması gereken de bu. Olaya gösterilen ilgide şaşıracak bir şey yok. Asıl şaşırtıcı olan, bu cinayetin başka cinayetlerle ya da devlet(ler) eliyle gerçekleştirilmiş diğer bazı ortadan kaybetme olaylarıyla karşılaştırılarak yarattığı etkinin garipsenmesi, "Ne Kaşıkçıymış ama..." diyerek olayın küçümsenmesi. Oysa modern diplomasi tarihinde görülmemiş bir şey yaşandı. Dolaylılık ve “şekil” üzerine bina edilmiş bir ilişkiler evreni olarak diplomaside, ilk kez bu derece "doğrudan" ve açık bir "barbarlıkla" karşı karşıya kalındı.
Diplomasinin –maalesef- barbarlığın "başka yollarla" sürdürülmesini de kapsadığını kabul edersek, karşı karşıya olduğumuz durumu daha iyi kavrayabiliriz. Bu olayda bütün o "başka yolları," bütün "dolaylılığı" ortadan kaldıran bir “Şey” var. Zarfın da en az mazruf kadar önemli olduğu diplomatik ilişkiler alanında, o müesses nizamı da kökten hedefleyen, bir “şekil” ihlali söz konusuydu.
Bu feci cinayetin “anlamını,” bu bağlamda en iyi tarif eden kişi, kendisi de eski bir diplomat olan Aydın Selcen oldu. Bunun bir çağ yangını ve bir devrin sonu olduğunu söyledi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde, filmlerden sahneleri yardıma çağırdı. Çağ yangını hissiyatını, bir devrin kapandığını ve gelmekte olanın "henüz bilinmeyen ancak duyumsanan dehşetini" anlatmaya çalıştı. Hâl, Aydın Selcen’in dediği gibiyse ki öyle olduğuna katılıyorum, günahkar dünyanın hakkı da teslim edilmeli: Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkar…
Bu hakikatin yarattığı dehşet duygusunu bir film sahnesiyle ifade etmem gerekseydi, Yılmaz Güney’in Duvar (1983) filminden bir sahneyi örnek verirdim. Filmde, idam mahkumu genç bir kadın ve erkek, cezaevi görevlilerince hazırlanmış bir düğün mizanseni içinde, “gerdek odasına” diyerek, güle oynaya darağacına götürülmüştü. Kapı açıldığında içeride kurulu darağacını gören “gelin” ve “damadın,” yaralı ve dilsiz bir hayvanın haykırışlarını hatırlatan çığlıkları cezaevini inletmişti. Devletin “elindeki” idam mahkumları, ölüme “fazladan” bir tezgah kurularak gönderilmiş, idamın alçakça “keyfi çıkarılmıştı.”
Cemal Kaşıkçı’nın nasıl biri olduğunun, ülkesiyle ya da Suudi krallığıyla ilişkilerinin mahiyetinin bir önemi yok. O bir gazeteciydi ve ülkesinin İstanbul’un göbeğindeki başkonsolosluk binasında diplomatlar nezaretinde vahşice katledildi. Kaşıkçı pekala başka herhangi bir yerde, sokakta, bir otel odasında, hatta evinde öldürülebilirdi. Oysa öyle olmadı. Asla yapılamaz sanılan bir şey oldu. Bir bakıma, cinayetin (dehşet verici bir biçimde) “keyfi çıkarıldı.” O halde Slavoj Žižek yardımıyla düşünmeye çalışarak (1) Kaşıkçı’nın katlini bir “anlamlar düğümü” anlamında bir semptom olarak ele almaya, yüzlerce yıldır şekil ve nezaket marifetiyle “mutenalaştırılmış” diplomasi evreninde, bu cinayetin neyin semptomu olduğunu sorgulamaya da ihtiyaç var.
Slavoj Žižek’in İdeolojinin Yüce Nesnesi kitabı ve bilhassa “Semptom olarak Titanik” başlığı altındaki bölüm, Kaşıkçı’nın akıl almaz biçimde öldürülmesi olayını, “zamanın beklediği bir cinayet” olarak kavramaya da yardımcı oluyor. Yine de bu kısmın -Slavoj Žižek’in Titanik’i bir semptom olarak okurken söylediği gibi- biraz kolay bir kavrayış olduğunu da en baştan belirtmek gerekir.
Žižek Titanik’in batışının imkansız denen bir şeyin gerçekleşmiş olması bakımından çok travmatik olduğunu, şok etkisi yarattığını söyler. Fakat yine de tarihin tam da o anında bu dehşetengiz olayın yaşanmasının adeta kaçınılmaz olduğunu da belirtir. Titanik’in batışı, olayın gerçekleştiği tarihten tam 14 yıl önce, neredeyse harfi harfine bir romana konu olmuştur bile. Bu konuda şunları söyler Žižek: “altı çizilmesi gereken nokta, bu batışın tam da bir şok olarak en uygun zamanda gerçekleşmiş olmasıdır. – ‘zaman onu bekliyordu’; daha fiilen olmadan önce bile, fantezi mekanında onun için çoktan bir yer açılmış, ona bir yer ayrılmıştı. ‘Toplumsal imgesel’ üzerinde tam da beklendiği için bu denli korkunç bir etki yarattı. Bu batış hayret verici ayrıntılarla önceden tahmin edilmişti.” (s.85).
Slavoj Žižek’in sözünü ettiği roman Morgan Robertson adındaki bir yazarın Boşunalık adlı romanıdır. Titanik’in batışından tam on dört yıl önce yazılan bu roman, neredeyse Titanik’le aynı ölçülerdeki Titan adlı bir geminin –tıpkı gerçek olayda olduğu gibi- soğuk bir Nisan gecesinde ilk seferine çıkışını ve bir buzdağına çarparak batışını anlatır. Can kurtarma amaçlı filikalar romanda da sayıca yetersiz kalır. Batmaz denilen gemi batar. Gemi zengin yolcularla tıka basa doludur vs. vs.
Žižek’e göre evvelce kaleme alınmış bir romandaki olayla sonradan yaşanan facianın bu derece ayrıntılı biçimde örtüşmesinde şaşıracak bir durum yoktur. Tarihin tam da o anında bu gemi zaten beklenmektedir. Böyle bir geminin adı da ancak “Titan/Titanik” (büyük, muazzam, akıl almaz) olabilirdi. Žižek olaya getirdiği ilk açıklamayı yine de kolaycı bulur, bu açıklamanın, Titanik’in (Şey’in) korkutucu etkisine bir anlam sunarak, onu ehilleştirme girişimi olduğunu da ekler. Semptom daha derin ve ehilleştirmeye direnen, karmaşık bir anlam düğümüdür...
Kaşıkçı’nın ölümünü zamanın beklediği bir ölüm olarak düşündüğümüzde görebileceğimiz şeyler var. Suriye savaşı ile birlikte çok daha ciddi biçimlerde yüzleşilen mülteci krizi, “medeni” dünyanın bütün ufkunu yoğun bir yalan siyasetinin kaplamasına neden oldu. Diğer bir deyişle zaten mevcut olan “yalan,” boyutlandı ve çoğaldı. Bir şeyin yalan olduğunun birazdan anlaşılacak olmasının hiç bir “ahlaki” sarsıcılığı kalmadı. Bu siyaset aynı zamanda yüzyılların birikimi olan demokratik değerleri ve kazanımları, başta ifade özgürlüğü olmak üzere tüm özgürlükleri pazarlığa konu eden bir siyasetti. Sadece Suriye’yi değil, Batı medeniyetini de defalarca kalbinden vurmuş olan IŞİD gibi bir vahşet örgütlenmesinin bile önüne satranç tahtası kuran, dolayısıyla IŞİD’in yeni hamlelerine de alan açan bir siyasetti. Kaşıkçı bu yalan siyasetinin çoktan mümkün kıldığı bir “kuralsızlık” ve pervasızlık sonucunda, bu şekilde öldürülebildi. Artık kurtarılabilecek bir “görünüş” olmadığından değil, buna gerek bile duyulmamasından dolayı böyle öldürüldü.
Bundan da öte, Suudi suç örgütlenmesi, “medeni” addedilen dünyanın kuralsızlık ya da “barbarlıkta” hiç de geri kalmayacağını ve olaydaki müşterek sorumluluğunu da aynı pervasızlıkla açık etmiş oldu. Son birkaç gündür bu konuda ABD, İngiltere ve Avrupa’dan gelen neredeyse gayriciddi açıklamalar, medeni dünyanın da “Suud’un elini gördüğünü” ve pozisyon aldığını söylüyor. Son cümle de elin sahibinden geliyor. Prens Muhammed Bin Selman, “Kral Selman ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderlikleri altında Suudi Arabistan ve Türkiye arasında bir ayrılık olmayacağını” ve ilişkilerin asla bozulmayacağını ilan ediyor. Trump’la ve ABD’yle ilişkilerin bozulmayacağının ilanına zaten hiç gerek yok. Ne kadar güzel...
Kaşıkçı cinayeti semptomatik bir niteliğe sahiptir. Bu semptom dış dünyaya yönelik, basitçe ve iradi biçimde tasarlanmış bir “mesaj” olmamakla birlikte, orada bulunan ve okunmayı bekleyen bir anlam düğümüdür. Žižek semptomun yorumlanabilmekle kalmayıp, deyim yerindeyse, yorumlanacağını göz önünde bulundurarak oluşmuş olduğunu da ekler (s. 88).
Bütün bu süre boyunca, Suudi tarafı “şeklen” bile bir telaş sergileme ihtiyacı duymadı... Kaşıkçı’nın bedenine neler yapıldığına dair vahşet tahminlerini boşa çıkarmak için de herhangi bir telaş sergilemedi. Müşterek bir sorumluluktan “tek başına” sıyrılmaya niye çalışılsındı ki?
Kısacası bu cinayet, “post-nizam dünyası”nın bir semptomuydu. Çağcıl dünyanın adeta son “nizam” evreni olan diplomatik bir temsilcilikte vuku buluyor, orayı da yerle bir ediyor ve çoktan işlenmiş bir vahşetin alenen sergilendiği mekana dönüştürüyordu. Başkonsolos bu nedenle o komik yüz ifadesini takınıyor ve mealen söylersek, “Buyrun bakın, burada kimse yok” diyebiliyordu.
“Burada herkes var” demenin yine de diplomatça bir ifadesi... “Fazladan” bir nezaket. Keyfini çıkarma.
Bundan sonrası gerçek bir tufan...
(1) Slavoj Žižek, İdeolojinin Yüce Nesnesi. Çev. Tuncay Birkan. İstanbul: Metis, 2002. s.84-86.