YAZARLAR

Sırtımızda taşıdığımız babalar

İç dünyamızda da tam olarak öldüremediğimiz, öldüğünü bilsek bile gömemediğimiz, gömdüysek bile nerede olduğunu kestiremediğimiz yaşantılar, kişiler, duygular var. Tıpkı dış dünyada olduğu gibi. Bu bazen çocukluk evrenimizden bir parça, bazen bir mekân, bazen bir kişi olabiliyor. Ama sanırım en çok da anne babamızdan getirdiklerimiz, damıttıklarımız, hazımsızlıklarımız…

"Kıyı", Wajdi Mouawad tarafından 1997’de kaleme alınan, dört ana elementi simgeleyen ‘Le Sang des Promesses / Vaatlerin Kanı’ adlı dörtlemenin birincisi.

Bu sezon Moda Sahnesi’nde sergileniyor.

Geçtiğimiz haftalarda izledim ve korkunç bir sırt ağrısıyla çıktım oyundan.

Uzun süredir bir eser etkisini bedenimde bu denli göstermemişti.

Etki bedene gelip saplanınca orada bir durmak lazım.

Ne de olsa beden en temel gerçekliğimiz.

Oyunun birçok yerinde avaz avaz “yeteeer” diye bağırasım geldi de, tam o sırada karakterler duygularıma tercüman oldular.

Hayat rahatsız edici şeylerle yeterince dolu ancak 2,5 saat boyunca o rahatsız edici birçok şey sizi tokatlamaya başladığında ve kaçmayıp onlarla kalabilmeyi başardığınızda o rahatsız edicilikten acayip bir yüzleşme doğuyor.

İç dünyanızda soluk alıp vermeye çalıştığınız bilmem kaç bin kilometre derinlikten kendi kıyınıza usulca yanaşıveriyorsunuz, nefes alıp verişleriniz kendi ritmine kavuşuyor, etrafa daha ayık gözlerle bakabiliyorsunuz.

Daha ayık gözlerle baktığınızda o topraklardaki, bu topraklardaki, dünyanın tüm topraklarındaki en önemlisi de iç dünyanızın topraklarında var olan acıyı görüyorsunuz. Acının zamansız ve mekânsızlığında dolaşıyorsunuz, acının havada asılı kalan, toprakta köklenen, suya düşen hallerini görüyorsunuz.

Kıyı

‘Kıyı’ Québec’de doğup büyümüş bir genç olan Wilfried’in, babasını doğduğu topraklarda gömmek üzere çıktığı yolculuğu anlatıyor.

Bu yolculuk, bireysel belleğin toplumsal belleğe doğru çıktığı yolculuk olarak da okunabilir.

Yolculuk esnasında Wilfred, kendisi gibi yetim kalmış başka kişilerle de karşılaşır. Her birinin savaş kokulu rahatsız edici öyküsü birbirine teğet geçmiş gibi gözükse de ortak bir payda vardır ki o da peşleri sıra gelen ölüm, öfke ve yaslar…

Bulundukları coğrafya, savaşın, şiddetin, zulmün hüküm sürdüğü, insanların topraklarından ve ailelerinden koparıldığı ve ölüleri gömecek ufacık bir toprak parçasının bile kalmadığı bir yerdir.

Wilfred’in yolda karşılaştığı gençler babasına mezar bulma konusunda ona yardım ederler. Bu mezar arayışı aslında her birisinin acısıyla, öfkesiyle yüzleşme, acıya sahip çıkma, onu kabullenme sürecidir.

Wilfred’in babası İsmail, sembolik olarak her birinin ölmüş babasına dönüşür.

Hepsi o babanın cesedini taşır, ona temas eder ve o cesedi yıkayıp onu sonsuzluğa uğurlamaya doğru yaklaştıklarında ise tüm “baba” yüklerinden de arınmaya başlarlar.

Oyunda Wilfred’ın annesinin Wilfred’i doğururken öldüğünü anlıyoruz. Son sözünün de “içimden hayat çıktı” olmasını…

Babası Wilfred’e her baktığında ölen karısını hatırladığı için evladını terk ediyor.

Annenin ölümü, baba ile oğul arasındaki kopuşun da temsilcisi.

Bir kişinin ölüm, ayrılık gibi herhangi bir sebeple dış dünyadaki kaybı, iç dünyamızdaki kaybına yol açmaz. Kaybedilen kişiyle içeride ilişki kurmaya devam ederiz. Yani o kişiye dair zihinsel tasarımımız devam eder.

Bu kimi zaman bizi hayata döndürürken kimi zaman da ölümle temas etmemize yol açan sancılı bir süreç olabilir.

Yas çalışması artık dışarıdakiyle değil de içeridekiyle derdimizi çözmeye çalıştığımız, kaybedilen kişinin tasarımıyla özdeşim kurduğumuz ve binbir türlü duyguyu hissettiğimiz bir süreçtir. Yas çalışması tüm bu duyguların çözümlenmesi ve sonra da kendimize ölümden hayat bahşetmemizle sonlanır.

Yas çalışmasında artık dışarıda olmayan ancak içeride varlığını sürdürmeye çalışan kayıp nesnemizi, hem öldürmeye hem de yaşatmaya çalışırız.

Bir insan öldüğünde, ölünün simgesel düzen içerisinde uğurlanması çok önemlidir. Bu sayede hem yas süreci başlar, hem de ölenin artık geri dönemeyeceği anlaşılır.

Ölen kişinin cesediyle simgesel düzene, dış gerçekliğe geçiş yaparız.

O cesede duygusal anlamda temas etmek yas çalışmasının önemli bir parçasıdır.

Kişi öldüğünde onun bedenini yıkamakla başlar süreç.

Herkes kendi meşrebince çeşitli ritüellerle ölen kişiyle vedalaşır. Kimi Yasin okutur, kimi mezarını süsler, kimi helva kavurur, kimi ağıt yakar, kimi rakı sofrasına oturur.

İşte tüm bunların ardından ölen kişi sembolik sisteme dahil edilir.

Ölen kişinin mekânını temsil eden mezar taşı veyahut küllerinin savrulduğu orman, deniz her ne ise kaybımızı sembolik düzene dahil etmek için önemli yapı taşlarıdır.

Ölüyü yerleştirecek bir mekân bulamadığımızda yasımızı hem iç hem de dış coğrafyamıza ilikleriz. İçimizi dışımızı o yas nesnesiyle doldururuz.

Tutulamayan yasta ise mekân ve zaman dışı bir dünyada soluklanmaya başlarız. Yas nesnesini putlaştırarak, ona olan öfke, aşk gibi herhangi bir duygunun sönümlenmesine engel olarak, onun kaybını inkâr ederek ne yerde ne gökte yaşamaya başlarız.

Fiziksel olarak yaşıyor gibi gözüksek de duygusal olarak sürekli o yas nesnesine çarpar dururuz. Varoluşa o yas penceresinden bakar, hatta belimize kadar sarkarız da az sonra düşecek olacağımızın farkına varamayız.

“Kıyı”da yaslarını tutamamış ancak Wilfred’ in taşıdığı baba cesediyle kendi kayıplarıyla yüzleşebilme cesaretini göstermiş insanların hikayesinde, faili meçhul ölümleri düşünüyorum.

Simgesel düzen içerisinde işlenemeyen ölümler, yaşayan hayaletler…

Hem bireysel hem de toplumsal olarak.

İç dünyamızda da tam olarak öldüremediğimiz, öldüğünü bilsek bile gömemediğimiz, gömdüysek bile nerede olduğunu kestiremediğimiz yaşantılar, kişiler, duygular var. Tıpkı dış dünyada olduğu gibi.

Bu bazen çocukluk evrenimizden bir parça, bazen bir mekân, bazen bir kişi olabiliyor.

Ama sanırım en çok da anne babamızdan getirdiklerimiz, damıttıklarımız, hazımsızlıklarımız…

Sırtımızda taşıyoruz bu yükleri, tıpkı Wilfred’in babasını taşıdığı gibi.

Bu yükler nedeniyle de hayatımız sürekli kesintiye uğruyor. Yaşamla ölüm arasında bir yerlerde ömür çürütüyoruz.

Wilfred’in çocukluğundan beri ona eşlik eden hayali arkadaşı Şövalye’den kopuşu da babadan kurtulmasıyla birlikte oluyor.

Şövalye bir nevi Wilfred’in hayatında onu tüm zorluklardan koruyan, annesiyle babasının yokluğundan yaratılmış bir “iyi nesne” işlevi görüyor. Ancak şövalye aynı zamanda Wilfred’in yetişkin olmasının önündeki en büyük engel.

Wilfred babasının cesedinden kurtulunca Şövalye’den de ayrılmak ve kendi ayakları üzerinde durmak istiyor.

Ona şu cümleleri söylüyor:

“Bana bak Şövalye. Bugün artık kimse beni oğlu diye çağırmayacak! Bugün, içimde bir acı var hiç aklıma gelmeyen. Sonsuza kadar görünmez olmanı istiyorum o acıyla daha güçlü yüzleşebilmek için. Rüya halinle hayata karşı beni fazla kör ediyorsun.”

Ve ekliyor;

“Sana inanmak için artık seni görmeye ihtiyacım yok. Anladın mı? Senden gitmeni istemiyorum, seni terk etmek de değil niyetim, tam aksine, bana öylesine bağlanmış bir şekilde yaşamanı istiyorum ki birbirimizi göremeyecek kadar yakın olalım.”

Yıllardan yollardan sonra kendimize, kendimizden anne-baba yaratabildiğimiz zamanlara erişiyoruz. Kolay olmuyor elbette bu.

Önce kendi yükümüzü fark edip ve onu hafifletmekle, yaşanan acılardan, travmalardan, işlediğimiz günahlardan, suçlardan sonra kendimizi affedip, şefkat gösterebilmekle başlıyor ilk adım.

Kendimizi kabullendikçe, ötekini de, hayatı da olduğu gibi görmeye ve kabullenmeye başlıyoruz.

Hayatımızda ve kendimizde ölmekte olanın yolundan çekilip, yaşaması gerekenlere izin vermekle…

Bazı yaşamları doğurabilmek için bazı ölümleri göze almakla…

İçeride kendimize ebeveyn yaratabilmek, dışarıdaki ebeveynlerimizden duygusal olarak ayrışabilmekten yani anne ve babayı simgesel olarak öldürebilmekten geçiyor.

İyi anne ve baba olmak ise ölebilmeyi gerektiriyor. Yani yerini evlada bırakabilmeyi, evladın kendisini var edebilmesine alan yaratabilmeyi…

Nasıl ki sebze-meyvenin gölgede yetişmesi zordur, kişi de ebeveyninin gölgesinde kalınca tam anlamıyla kendisini gerçekleştiremeyecektir.

“Kıyı”, içerisiyle dışarısını, gerçekle hayali, yaşamla ölümü birbirinin içinde eriten bir oyun.

Bizleri hem bireysel hem de toplumsal geçmişimizle hesaplaşmaya çağırıp coğrafyanın hangi ölçüde kader, hangi ölçüde irade olduğunu sorgulatıyor.

Çok ama çok rahatsız ediyor ancak yolların kesiştiği yerde bizi kendimizle ve ötekiyle karşılaştırmayı da ihmal etmiyor.

Ve her şeye rağmen sokakları denize çıkartıyor.

Hem içerideki hem de dışarıdaki ölülerimize ısrarla bir mezar bulmamızı salık veriyor.

O mezarın üzerine çiçekler koyup koymayacağımız ise elbette bize kalmış.

Yazan: Wajdi Mouawad

Yöneten: Kemal Aydoğan

Çeviren: Ayberk Erkay

Sahne Tasarımı: Bengi Günay

Müzik Direktörü: Ulaş Özdemir

Işık Tasarımı: İrfan Varlı

Kondüsyoner: Yeşim Coşkun

Oynayanlar: Onur Ünsal, Uluç Esen, Caner Erdem, Mert Şişmanlar, Melek Ceylan, Barış Yurtsever, Çağla Buldak, Talha Kaya

Asistanlar: Ulaş Kaya, Kardelen Ezgi Yıldız, Gamze Akça Özcan


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.