Sahiden Kaşıkçı işi ne oldu?
Karmaşık arka planı bir kenara bırakıp, işin siyasi tarafını görmezden gelip, resmi açıklamalarla ortaya çıkan Kaşıkçı hikayesini bir polisiye olay olarak ele alınca bile, Türkiye açısından sıkıntılı bir resim ortaya çıkıyor. Yapılan resmi açıklamalarla kabul edilmiş olan şu: Türkiye olay yeri ve Türkiye devleti de aktif görgü tanığı.
Daha on gün bile geçmedi. 22 Ekim tarihinde Medyascopetv'deki "5 Soru 10 Cevap" yayınında, Kaşıkçı olayından söz etmiş ve "Dünyada çok önemli etkiler yaratmış hâlâ çeşitli tartışmalarımızda referans aldığımız pek çok olayda, aslında ne olduğunu, arkasında ne geliştiğini herkesin ikna olduğu bir gerçek olarak bilmiyoruz. Ve pek çok olayı böyle geride bırakarak devam ediyoruz. Açıkçası Kaşıkçı olayı da o kadar karmaşıklaştırıldığı bir zemine taşındı ki, muhtemelen bu olayın da bütün gerçeğini tam olarak öğrenemeyeceğiz" demiştim. Demiştim de, açıkçası bu kadar hızlı haklı çıkmayı ummamıştım. Vaka sadece gündemden düşmekle kalmadı, oturtulduğu bağlam da fena halde hafifletildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, o yayının yapıldığı günün ertesindeki grup toplantısına randevu vermiş, Kaşıkçı olayıyla ilgili çok önemli bilgiler vereceğini açıklamıştı. Merak uyandırıcı tanıtım ifadeleri ekleyerek söylemişti bunu. Öncesinde de, Trump ile bir telefon görüşmesi yaptığı haberleri geldiği için beklenti yükselmişti. Erdoğan, o gün partisinin grup toplantısında kürsüye çıktı ama kimse artık Kaşıkçı olayıyla ilgili anlatacaklarını merak etmiyordu. İki saat kadar önce "yerel seçimde ittifak yok" diyen Bahçeli'ye vereceği cevap öne çıktı. Bu hızlı gündem değişikliğiyle araya gitti ama Erdoğan da, Kaşıkçı olayıyla ilgili pek yeni bir bilgi vermedi zaten. Daha önce parça parça medyada yayınlanmış bilgileri bir kronolojiye oturtarak tekrarladı.
Şimdiye kadar öğrenilebilenler, resmi olarak doğrulanmış deliller ve yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar, bazı taraflarıyla hâlâ ikna edici olmasa da bir hikaye kurmaya yetiyor. Hatta olayın çeşitli katmanlarda çok sayıda farklı hikayesi olduğu, yeni hikayeler üretmeye devam ettiği de anlaşılıyor. Örneğin Aydın Selcen'in Gazete Duvar'daki "Kaşıkçı öldü, takkeler düştü" yazısı işin diplomasi cephesindeki hikayelerini çok iyi özetliyor. Ama olayın gerekçesi ve kendisiyle ilgili karanlık noktalar pek aydınlanacağa benzemiyor. Yine Gazete Duvar'da 20 Ekim'deki "Saçmalığa teslim olmak, nereye su taşır?" başlıklı yazıda, olayın bir polisiye senaryosu olarak da kolay kabul edilebilir olmadığını yazmıştım.
Karmaşık arka planı bir kenara bırakıp, işin siyasi tarafını görmezden gelip, resmi açıklamalarla ortaya çıkan Kaşıkçı hikayesini bir polisiye olay olarak ele alınca bile, Türkiye açısından sıkıntılı bir resim ortaya çıkıyor. Yapılan resmi açıklamalarla kabul edilmiş olan şu: Türkiye olay yeri ve Türkiye devleti de aktif görgü tanığı. Erdoğan'ın anlattığı hikaye ve bu hikayeyi desteklemek için işaret ettiği kanıtlar, olayın baştan itibaren izlendiğini gösteriyor. Hatta bazı başka ülke istihbaratlarının da vakanın niyet halindeyken bile bilgisine sahip olduğu ortaya çıktı. Yani açıkça haberdar olunan bir suç girişiminin gereği yapılmadan izlendiği resmen kabul edilmiş, bazı kanıtların da yine Erdoğan tarafından söylenenlere göre rezervde tutulduğu açıklanmış durumda. Bu açıdan, suçun kanıtlarının belgelenmesi ve tamamının açıklanmaması, yani kanıtların kullanılma biçimi, şantaj hazırlığı gibi yorumlanabilir.
Suudi Arabistan yönetimi resmi olarak cinayet suçunu üstlendi, şimdi olayın failleri en az zarar verecek dar çerçevede tutma pazarlıklarını yürütüyor. Fakat, olaya bir fırsat olarak yaklaştığını hiç gizleme gereği duymayan Türkiye de, ceza hukuku açısından açık suç oluşturan, işin polisiye kısmında önemli rol üstlenen pozisyonunu itiraf etmiş oldu: Suç işlenme ihtimalini bilerek gelişmeleri sadece izlemekle yetinmek en hafifinden görev ihmalidir. Suçun işlendiğinden emin olunduktan sonra takibi bırakmak veya devam ettirildiyse bile bu kanıtları açıklamamak ise, suçu katmerli hale getirir. Şimdi iadesi talep edilen sanıkların ülkeden ayrılmasına, kanıtları yok etmesine izin vermek de cabası. Dolayısıyla, iş görev ihmali sınırını aşan bir seviyeye tırmanıyor.
Yüzlerce insanın delilleri karartacakları gerekçesiyle aylarca tutuklu kaldığı bir ülkede, adım adım takip edilen bir suç operasyonunda delillerin ortadan kaldırılmasının, faillerin gelip işlerini yaptıktan sonra ellerini kollarını sağlayarak gitmelerinin meraklı gözlerin izlemesiyle ve kayda alınarak gerçekleştiğini anlıyoruz. İş bu noktada da kalmıyor, bu uygulamaya imza atmış yöneticilerin yandaşları yaratılmış fırsatlardan, Türkiye'nin pazarlık gücünden, nasıl bir etkinlik imkanı yakaladığından gururla bahsediyor. Açık bir cinayette, polisiye bir vakada, bir ceza soruşturmasında, "zamanı gelince, gerektiğinde açıklanacak delil" diye bir kanıt kategorisi olabilir mi? Bunu açıkça söyleyen bir tanığın olaydaki rolü, pasif izleyicilik sayılabilir mi? Ceza hukukçuları veya polisiye yazarları açıklasın.
Hızla gündemden indirildiği için basının olaya ilgisi azalmış olsa da, bağlam değiştirme ve sönümlendirme işinde de medyanın kritik bir görev alacağı anlaşılıyor. Yabancı basın kuruluşlarını "Türkiye medyasındaki haberleri kullanma kılavuzu" yayınlamasına yol açan güvenilmezlik de, olayın utanç bakiyesine eklenecek elbette. Siyasi tutarlılık, ilkeli dış politika gibi hassasiyetleri bir kenara bıraksak bile, Türkiye'nin basit adli değerlendirmeler açısından bile "güvenilmezliği" medyasıyla sınırlı olmaktan çıkalı çok oldu. Aslında haksızlık etmeyelim; tüm dünya ülkeleriyle paylaştığı bu özellikte, iftihar ettikleriyle özel bir yer edindiğini söyleyelim. Uluslararası mahkemelerce mahkum edilmiş onur konuklarıyla verilen resim, iş cinayetlerine kapı açan zorlamalarla, işlenmiş suçlardan üretilmiş fırsatlarla övünmeye varan tabloyla çok uyumlu.