YAZARLAR

Anti-hukuk günlerinde siyasetin ilgası

Cihangir İslam’a tepki tekil vaka değil, hukuk-siyaset ilişkisinde yeni dönem kurulmak istenen ilişkinin olağan sonucu. Önemli örneklerinden biri Ahmet Şık’a iki işlemde görülmüştü: Mahkeme konuşması siyasi diye susturmuş, parlamento konuşması hukuka aykırı diye… Hukuk, siyaseti ilga etmenin aparatı artık.

Geçen yıl Aralık ayında, milletvekili olmadığı dönemde bir mahkeme Ahmet Şık’ı, savunmasını “siyasi” bulup duruşmadan çıkarmıştı. Geçen yaz, 24 Temmuz’da parlamento başkanı Halkların Demokratik Partisi milletvekili Şık’ın konuşmasını, “hakaret içeriyor” deyip kesti, oturumdan çıkardı. Yani mahkeme “siyasi” dedi attı, TBMM “siyasi değil” dedi attı.

Hukuk ve siyaset arasında bağ var yani, öyle bir bağ ki biri diğerini dışlayabiliyor. Acaba öyle mi? Yakından bakmaya çalışmadan önce daha geçenlerde meydana gelen Cihangir İslam vakasını da analım.

Saadet Partisi milletvekili Cihangir İslam, 31 Ekim 2018’deki TBMM oturumunda konuştu; susturulmadı ama küçük bir kıyamet koparıldı ve elbette “yargı” devreye sokuldu. Cihangir İslam’a TCK’nin ünlü 301’inci maddesinden soruşturma başlatıldı. Şık için de iktidar partisi “hakaret” gerekçesiyle dava açmıştı.

YARGI TARİHİNDEN BİR CÜMLE

Yargı-siyaset deyince, Türkiye yargı tarihine geçmiş bir cümleyi analım: “… adam akıl almaz uygulamaları ile toplumsal barışı dinamitleyen uygulamalara öncülük ediyor.”

Soru: Burada hakaret var mı? O “adam” (her kimse) böyle yapmışsa zaten cevap “Yok” olur. Yapmamış da cümleyi kuran öyle algılamışsa? O adam bundan hoşlanmasa bile, o adamı sevenler üzülse bile burada “hakaret” var diyebilir miyiz? Var dersek akıl almaz olmaz mı?

Peki cümle, söz temsili, “Külliye’deki adam” diye başlasa? Yani bu söz mevcut cumhurbaşkanına söylense? Az duralım. Aslında ne fark eder diyebilirdik ama TCK, sıradan yurttaşa hakaret ile cumhurbaşkanına hakareti ayırıyor. TCK açısından, sıradan yurttaşa söylenince hakaret olmayıp cumhurbaşkanına söylenince hakaret olan kelime, ifade ya da cümleler var dünyada. Ne tuhaf dünya!

TÜRK YARGISI VE YARGICI

Cümleye dönelim; bir yurttaş, “Bakın bana böyle böyle dediler” diye “yallah savcıya” koşsa, bu lafları hangi savcı TCK 125’e göre hakaret sayıp dava açar? Hadi açtı, hangi mahkeme mahkûm eder? Hadi etti, hangi temyiz onaylar? El cevap: Türk yargısı.

Konuyu somutlaştıralım: Bundan 10 yıl önce bir İslamcı yazar, Abdurrahman Dilipak, dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için yazmıştı. Dosya döndü dolaştı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitti. O kalburüstü yargıçlar ordusu, cümlede hakaret var dedi. Gerekçeleri de hukuk tarihine geçecek kadar muhteşem tuhaflıktaydı: “Ancak suça konu yazıda, 'Sezer kına yaksın otursun', 'Çankaya'daki adam akıl almaz uygulamaları ile toplumsal barışı dinamitleyen uygulamalara öncülük ediyor' sözcükleri yazıda kullanılması zorunlu olmayan ve düşünce açıklamaları şeklinde de kabul edilemeyecek olan ifadelerdir…”

Nasıl ama! Öyle muhteşem bir heyet ki, hangi sözcüklerin “yazıda kullanılmasının zorunlu olduğunu” hangilerinin olmadığını biliyor ve söylüyor. Bu bilgiyi kıstas alırsak, iş mektubundan aşk mektubuna her “yazı” suç haline gelebilir, aman diyelim!

SİYASET HAKKINA YASAK

Peki neden koca hukuk heyeti böyle yapıyor? “Cumhurbaşkanına hakaret” denilen suç, TCK’de her yurttaşı hakaretten koruma amaçlı bir madde daha varken uydurulan bu suç, varlığını makamın ya da makamdaki kişinin şeref, onur ve saygınlığını filan korumaya borçlu değil esasen. Suç, “siyaset” hakkını gerektiğinde egemen kimse onun paşa gönlüne göre sınırlandırmak için uydurulmuş. O zamanlar Dilipak ve düşüncedaşlarının yazı ve görüşlerinden, yani siyaset haklarından hoşlanmayan heyetin imzaladığı karar, tüm iktidar hoşlanmadıklarına geçince kendileri ve kendileri gibi düşünenlerin parmaklıkların arkasına tıkılmasının yolunu genişleten kararlardan sadece biri. Ne yaptıklarını bal gibi biliyorlardı, bugünküler de ne yaptıklarını bal gibi biliyor. Bu karar, “eski dönem”in final kararlarından biriydi; şimdiki dönemde bu “birikim” sistematik biçimde yeni Türkiye’nin şekillenmesinde kullanılıyor.

Hakaret suçlarının tek tuhaf maddesi bu değil, bir de “Türklüğe, devletin manevi şahsiyetine, kurumlarına….” filan hakaret var; şimdi Cihangir İslam için işletilen madde. Az yakından bakınca bu maddenin de siyaseti sınırlama, siyasal olanı hukukla kuşatma amaçlı olduğu anlaşılır: Tüm yurttaşların eşit olduğu bir yerde, örneğin Yahudiliğe, Lazlığa ya da Ermeniliğe, Kürtlüğe hakaret diye bir suç başlığı yok ama “Türklüğe hakaret” var? Merhum Hrant Dink’in katline giden yolun taşları, basın-yargı kötücül korosunun eşliğinde ve bu maddenin delaletiyle döşenmişti.

KÖK BİR KANUN

Türk hakaret hukukundaki tuhaflıkların bir de “kök” kanunu var: Atatürk’ü Koruma Kanunu. Öyle tek parti döneminde filan çıkmadı, tarihi 31 Temmuz 1951, sayısı 5816 sayılı. “Kemalist” rozetiyle gezenler için Adalet ve Kalkınma Partisi’nden önceki ilk “karşı devrim” döneminde. Geçenlerde bir zevzek çocuğun Anıtkabir’de çekip yaydığı videosundan sonra yeniden hatırlanan kanun; çocuk tutuklandı hani. Hani “Cumhurbaşkanına hakaret” davalarını hukuka aykırı bulanların hayli bir kısmının “Savcı uyuma” diye işaret ettiği kanun. Tabii ki ölen ve yaşayan kimseye hakaret edilmesin. Fakat mesele hakaret değil siyaset.

Hiç “Atatürkçü” sayılmayacak dönemde çıkan kanun esasen “Atatürk” adının simgesel gücünden yararlanarak yöneticilerin her eleştiriden muaf ve aynı kutsallıkla bezenmiş kişiler olarak algılanması arzusunun hukuk kisvesiyle kamufle olmuş hali. İktidar heyetini “dokunulmaz” kılmayı amaçlayan kanun, amacına ulaşmak için “Atatürk” adını dükkanın vitrinine koyuyordu. Kanunun “Atatürkçü dönem” bittikten sonra çıkarılmasının anlamı buydu. Hâlâ korunmasının anlamı da bu.

Türkiye’yi 16 yıldır yöneten iktidarın, başta cumhurbaşkanına (TCK 299-301) olmak üzere, tüm yetkililerine yönelik her sözün, hareketin, çizginin derhal yargıya götürülmesi, tutuklamada tereddüt edilmemesi, devlet yöneticilerinin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak benimsendiği zihin ikliminin güçlendirilmesini amaçlıyor. Bu hakaret davaları kampanyası “ifade özgürlüğü”nün ve elbette “siyaset hakkı”nın boğulmasından başka bir sonuca ulaşmıyor. Şık’ın konuşmasının “Hakaret bu, hakarete izin yok” nakaratı eşliğinde kesilmesi, hukuki değil, siyasi müdahaleydi. Cihangir İslam’ın sözlerinin yargıyı derhal harekete geçirmesi de. Siyasal egemen hukuk sopasıyla siyaseten hoşlanmadığı şeyin önünü kesmekte, siyaset hakkını gasp etmektedir. (Kürsü dokunulmazlığı için hukuki çerçeveyi dile getiren bir yazı için bkz.)

OTORİTERYEN DUBLE YOL

Hukukun, “siyaset bu” diyerek söz kesmesiyle siyasetin, “bu konuşma hukuka aykırı” diyerek söz kesmesi, bir makasın iki parçası: Siyaset hakkının gaspı, hukuku sadece egemenleri ve egemenliği koruyan bir enstrümana indirgenmesi. Mesele, devleti, egemen gücü hukukla sınırlandırmaksa ters yoldayız; mesele egemenliği elde tutanların kayıtsız şartsız korunması ise otoriteryen hedefin duble yolundayız, aynen devam.

İktidar yöneticileri Dilipak mahkûm edilirken Yargıtay’ın “vesayetçi kafayla” davrandığını söylüyordu, demek güzel kafaymış ki temellük ettiler. Dilipak vakası, eski dönemin “zafer” kararlarından biriydi. Yeni dönem, hem bu uygulamaları kendi repertuvarına kattı, hem hukuk-siyaset ilişkisinde yeni bir köprü inşasına yöneldi: Demokratik maliyeti çok yüksek olan bu köprü, yasama-yürütme-yargı ilişkisini terse çeviren yeni eğilimin bir zafer abidesi.

Hukuk-dışı (o eskidendi) değil, hukuk-karşıtı bir köprü: hukuki olan siyasi diye susturuluyor, siyasi olan hukuka uymuyor diye. Bu köprü, yasama-yürütme-yargıyı tek ruhta birleştirmeyi hedefliyor; anti-demokrasinin yeni havalimanı olarak anti-hukuk yeni zafer anıtının kalkış mekânı. Bu yüzden iddianame gerekmiyor (Osman Kavala gibi) insanların içerde tutulması için. Bu yüzden hükümetin hoşlanmadığı bir metne imza atanların açıkça sivil sıfatıyla yumuşatılmış bir “ölüme” mahkûm edilmesi olağan sayılıyor. Bu yüzden inşası süren cezaevinin ekonomik bir hamle olduğu dile getirilebiliyor. Bu yüzden bir partinin belediyelerine el konulabiliyor. Bu yüzden başka şeyler söyleyen siyasetçiler cezaevinde tutuluyor. Bu yüzden yargıçlar ihsası rey yarışına girdi. Bu yüzden yürütmenin başı, yargının da başı olduğunu söyleyince yargıçlar düğme ilikleyip ayağa kalkıyor.