Bir tuhaflıklar fabrikası olarak üniversite
Akademide unvan, hiyerarşi akademik çalışmadan önce gelir. Unvanı zorlukla elde eden zorlukla elde ettiği için, kolaylıkla edinen de çok da çaba harcamadan kayırılmaya ve saygı görmeye alıştığı için mevzisini canı pahasına savunur. İdari görev, asistan seçimi, danışmanlık sayısı, ders ve hatta oda dağılımı mevzi savaşlarına dahildir.
Akademisyenlik başka hiçbir meslekte bulunmayan özellikler taşır, başka hiçbir meslek mensubunun edinemeyeceği ayrıcalıklar, alışkanlıklar edindirir, tavırlar takındırır insana. Bunlardan yola çıkarak da kendinize bir dizi üstünlük vehmetmenize neden olur. Çalışma ofisinizin kapısını çekip çıktığınızda ardınızda bırakamayacağınız bir kimliktir akademisyenlik en başta. Bir yaşam tarzı, bir var olma biçimidir. Çalıştığınız üniversitelerde olduğunuz kadar konferans salonlarında, hadi onu geçtim çarşı-pazarda, lokantalarda-kafelerde, sokakta dolaşırken, trafikte, toplu taşıma araçlarında, hatta evinizde bile hocasınızdır. Yolda biri diğerine, “hocam” diye seslense dönüp bakacak kadar deforme olmuşsunuzdur.
Kürsünün bir büyüsü vardır. Özellikle bilmek ve öğretmek fiilleriyle özdeşleştirilmiş erkek hocaları, birazcık hitabet yeteneğiyle dünyanın en cazip insanı haline getirebilir. Fan kulüp kurabilecek kadar çok hayranı olan bir hoca bir gün demişti ki, “Yahu bunlar beni pazardan kabak alırken görseler herhalde hakkımdaki izlenimleri ve benimle ilişkileri değişir.” Kürsüde devleşen bir hoca, günlük hayatta ahbaplık etmenin mümkün olmadığı nemrut veya sıkıcı bir insan da olabilmektedir. Ama günlük hayatta da hocadır hep. Çalışma hayatında faalken öğreten, ayar veren, telkin eden, fikri sorulan, hatırı gözetilen, sözü dinlenen insansınızdır. Eğer uzmanlık alanınızda kendinizi geliştirmişseniz ve yenilemeye devam ediyorsanız, hâlâ üretkenseniz ama daha da önemlisi kibrinizi, egonuzu bir ölçüde de olsa gemleyerek çevrenizle, özellikle de öğrencilerinizle sevgiye ve anlayışa dayanan bir ilişki kurmuşsanız, meslekten ayrıldığınızda da aranır sorulursunuz, sözünüzün hükmü olur. Aksi durumda, yani mesleğin havasına, afrasına tafrasına, hiyerarşisine, büyüklenmesine kendinizi kaptırmışsanız emeklilik hayatınız, evinizde, bir e posta, telefon veya kapı zili bekleyerek tozlanmakla nihayetlenir. Örnekleri çoktur.
Eyüp Aygün Tayşir’in, enfes ilk kitabı 4 Hane 1 Teslim’den sonra yayımlanan Tuhaflıklar Fabrikası romanı sözde bir distopyanın tuhaf bir üniversitesinde geçiyor. Ama daha ilk sayfalardan biz aslında nerede geçtiğini anlıyoruz. Yakın tarihimizin akademi dolayımıyla eleştirisi olarak da adlandırılabilecek roman, kültürümüzde akademisyen kimdir, nasıldır sorularına ayrıntılı, hem karanlık hem de mizahi bir yanıt aynı zamanda. Tezinde kullanmak için tüm bir kurumun, hatta ülkenin tarihindeki sırları fısıldayacağını, düğümleri çözeceğini düşündüğü, çoktan diğer aleme göçmüş Büyük Âlim tarafından kaleme alındığı varsayılan kadim bir metnin peşine düşen genç bir asistan, bu arayışı boyunca karşılaştığı olayları, muhatap olmak zorunda kaldığı hoca profillerini, akademyanın yazısız ve acımasız kurallarını hicvederek anlatıyor Tuhaflıklar Fabrikası’nda.
Eyüp Aygün Tayşir: İnsandan kahraman olamayacağını tarih öğretti
Ben ise bu yazıda, bu kitaptan yola çıkarak, 23 yıllık akademi deneyimim boyunca gözlemlediklerimi, başıma gelenleri size biraz anlatayım diyorum. Biraz diyorum çünkü akademyanın tuhaflıkları, değil kısa bir gazete yazısına, ciltlerce metne sığmaz. İyice yaşlanabilirsem, isim falan vererek anlatayım diye düşünmüyor değilim bu tuhaflıkları. Düşüncesi bile hınzır bir keyif veriyor bunun. Böyle bir kitap pek çok meslektaşımın içini soğutur sanırım.
ASİSTANLIK: UZUN ERİMLİ VE NÖBETLEŞE BİR KÖLELİK
Bir dizi sınamadan alnının akıyla çıkarak ve liyakate dayalı olarak girilen üniversitede, sırasıyla kıdemli asistanlar, düşük ve yüksek unvanlı hocalar, fakülte ve üniversite yönetimi, hatta tecrübeli idari personel ile temizlik görevlileri tarafından en iyi ihtimalle görmezden gelinmek, yaygın olarak da aşağılanıp işe koşulmak mukadderdir asistan için. Eğer kıdemli bir hocanın akrabası, üniversitenin kurulduğu şehrin eşrafından, vakıf üniversitesiyle mütevelli heyetinden veya iktidar partisinden birilerinin torpillisi iseniz kıyak bir iştir asistanlık. Çünkü, angaryalar başta bahsettiğim çalışkan ve yetenekli çocuklara yıkılacaktır. Bunun için, daha ilk günden size verilen işleri layıkıyla ve sorumluluk hissiyle bitirip teslim ederseniz vay halinize. Bundan sonra, asistanı olduğunuz veya danışmanlığınızı yürüten hocanın derslerine girmekten, sınav kağıtlarını okumaktan, üniversitenin tanıtım toplantılarına gitmekten tutun, idari personelin yapması gereken işlere kadar her şeyi siz yapacaksınız demektir. Bu arada akademik çalışmalarınızı aksatırsanız, yine azar işiteceksiniz. Çünkü, hem torpilsiz hem çalışkan hem de sorumluluk sahibisiniz. Maalesef bir de idealist ve efendi bir insansınız.
Akademinin yazısız kuralı gereği, çoğu asistan hocalık payesine erişince alt kadroyu ezer, onlara büyüklük taslar. Bir çeşit nöbet devridir bu, racon gereğidir. İşin ilginci, öğrenciler de asistanlıktan hocalığa terfi ettiğinin ertesi günü söz konusu kişiyi adam yerine koymaya, daha saygılı davranmaya başlarlar. Oysa yıllar boyunca asistanlık ettiği hocanın derslerini yürüten, sınav kağıtlarını okuyan ve notları belirleyen aynı kişidir. Ama tabii üniversitede kalıcı bir kadro elde etmek hiç de kolay bir iş değildir. Kadro sıkıntısı çekildiğinden falan değil ha! O kadro, idari kademenin veya itibarlı bir hocanın birilerine peşkeş çekmesi için saklanıyor olduğundan veya kadro bekleyen asistanın politik angajmanı, karakter özellikleri kadro tevzi edenleri rahatsız ettiğinden yahut akademik performasının yüksekliği sebebiyle rakip olarak görülüyor olduğundan bir türlü ilan edilmez. Günün birinde, torpilli birisi salına salına gelir, sizin yıllarca beklediğiniz, elde etmek için gereken her türlü kriteri yerine getirdiğiniz o kadroyu pervasızca adının önüne yazdırır. Salına salına gelenlerin bir kısmı, Tayşir’in “sapık hoca” karakteriyle tariflediği, sözünün hükmü olan bir erkek hocanın, gönül ilişkisi içinde olduğu veya olmayı umduğu genç kadınlardan mütevellittir. Buna sapıklık diyerek marjinalize etmek ne derece doğrudur, o ayrı. Çünkü bu, erkek hocanın kendine vehmettiği, üstelik karşılık da bulan güç ve cazibenin sevkiyle edindiği bir itiyattır. Zaman zaman tacize de dönüşen bu tavır genelde olumsuz bir yaptırımı olmadığı, fail erkek meslektaşları tarafından korunduğu için sürer gider. Hasılı, asistan, hele kalıcı bir kadro edinemediyse, çoğunlukla akademideki en zayıf halkadır.
HOCALIK: UNVANINA VE ESERLERİNE TUTKUN OLMAK
Akademide unvan, hiyerarşi akademik çalışmadan önce gelir. Unvanı zorlukla elde eden zorlukla elde ettiği için, kolaylıkla edinen de çok da çaba harcamadan kayırılmaya ve saygı görmeye alıştığı için mevzisini canı pahasına savunur. İdari görev, asistan seçimi, danışmanlık sayısı, ders ve hatta oda dağılımı mevzi savaşlarına dahildir. Tayşir’in de hatırlattığı gibi, herhangi bir idari görevi nazlanarak, hatır ve kurumun esenliği için olduğunu vurgulayarak kabul eden hoca bile aynı göreve ikinci kez seçilmeyince küser, hırçınlaşır. Ders ve danışmanlık dağılımı, vahşi doğa belgesellerinde tanık olduğumuz hunharca kapışmalarla geçen bölüm toplantılarında belirlenir. Ortalama bir hoca, birçok ders üstlenip onlara girmeme, birçok danışmanlık üstlenip danışmak için kapısına gelenlere yüz vermeme, dahası ofisine hiç gitmeme eğilimindedir. Akademide öğrenci genelde sevilmez. En iyi eğitim, öğrencisiz eğitim olacaktır ama heyhat!
Akademide meslektaşlar da çok sevilmez. Ama onlar kurucu ötekilerdir. Onlarsız da yapılamaz. Çıkarlar gerektirdiğinde uzlaşmak ise elzemdir. Genelde bir rekabet ortamı söz konusudur. Akranı bir meslektaşından yalnızca bir ay önce yükselen akademisyenin oda seçiminden ofis koltuğuna, jürilerde söz almaktan bölüm başkanlığına kadar her alanda önceliği olmalıdır. Oda seçimi deyip geçmemeli ama. Sınırlı sayıda bölüm, hoca ve öğrenci nüfusuna göre planlanmış üniversite binalarında oda dağılımı mevzi savaşlarının en önemli tezahürüdür. Oturulan odanın ayakaltı olup olmadığı, hangi katta yer aldığı, hangi cepheye baktığı, metrekaresi, tefrişi, temizliği ve hangi hocalarla komşu olduğu hayati bir mevzudur üniversitede. Yine Tayşir’in ayrıntılı ve esprili biçimde anlattığı fakat asla abartılı olmayan bir yol haritası çizer akademisyen odasından çıktığında. Verilen işi bitirememişse idare katından, kağıtları okumayı bitirememiş veya vadettiği tarihte tezinin belirli bir bölümünü tamamlayamamışsa danışmanının odasının önünden, sevmediği meslektaşının oda kapısının açık olması ihtimaline karşı onun oturduğu koridordan, saygı görmeyi başaramadığı idari personelin yakınından ve not istemeye yeltenecek veya kendisini alaycı/kötücül bakışlarla süzecek öğrencilerin bulundukları kantin, okul bahçesi gibi mekanlardan, hatta yine istenmeyen ama kaçınılmaz karşılaşmaları önlemek için tuvaletlerden uzak durur.
Hoca, Tayşir’in ifade ettiği gibi eserlerine tutkundur. Birçok alanda ilk çalışmayı kendisinin yaptığını iddia eder ve rakiplerini acımasızca eleştirir. “İnek süt içmez” düsturuyla okumayı, dinlemeyi çoktan bırakmıştır. Eleştiriye gelemez, alıngandır. Dik bakışlardan bile rahatsız olur. Yine Tayşir’in anlattığı gibi, derste sorduğu fiyakalı bir soruya, kendisinin bilgece yanıtlamasına imkan vermeden atılan ve ne acıdır ki doğru yanıtı bilen öğrenciyi acımasızca cezalandırır. Notla değilse bile tavırlarıyla. Sömestrler boyunca derslerde aynı esprileri yapmaktan bıkmaz, ders kaynaklarına yenisini eklemeye erinir. Hatta sınav sorularını bile değiştirmez.
Eleştirel olmak akademisyenin konforunu bozar. Hayatı zorlaştırır. Bu yüzden genellikle bunu yapmaz. Yapan meslektaşlarından uzak durur. Bunu başaramıyorsa, muhatabının başına gelenlerden duyduğu teessürü açıktan değil, kulağına fısıldayarak ifade eder. Ancak onun fikrince, bu gibi insanlar başlarına gelenlere müstahaktırlar. Oldukça dolgun bir maaş, ondan da önemlisi, zoraki de olsa itibar kazandıracak “akademide bir koltuğu” riske atmak için en hafifinden deli olmak gerekir onlara göre. Ya da anarşist, devlet düşmanı, bölücü, şu bu… Siyasetle ilimi birbirinden ayırmak gerektiğine inanırlar. Ancak kimisi hükümet katında bir danışmanlık veya milletvekilliği için akademik unvanlarını ve eserlerini piyon gibi ortaya sürer.
Tayşir’in vurguladığı gibi, bu mesleğe mensup çoğu kişi için hayat ve evren üniversite binalarından ibarettir. Bu binaların dışında sudan çıkmış balık gibi olurlar. Saygı görmenin, hayata katılmanın başka yolu olmadığı empoze edilmiştir onlara. Saygınlığının birçok başka meslek mensubundan fazla olduğu, sözüne itibar edilmesi gerektiği belletilmiştir. Böyle genelleyerek yazdığıma bakmayın, biraz da karikatürize ederek ve Tayşir’den ilham alarak tasvir etmeye çalıştığım akademisyen profilinin, ne mutlu ki, kayda değer sayıda istisnası var. Olumsuz örneklerle daha çok olmak üzere, müstesna akademisyenlerle de mesai yaptım. Onlardan çok şey öğrendim. Ama istisnai bir akademisyen profilini bile deforme eden kurumsal ilişkiler, ancak onlardan azade olunca farkına varılabilen tuzaklarmış, iki yıllık kampüssüz üniversite tecrübemle bunu da gördüm.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI