Medeni ölüm
Cem Küçük’ün 2016 Ocak ayında yadırgadığımız dileği artık kanıksadığımız gerçeklerden birine dönüştü. Hayatta kalma mücadelesi veren, neredeyse ölümü çare görmeye başlayan bir kitle yaratıldı. Direnemeyen, sözünü kamusallaştıramayan yok hükmünde, “devlet düşmanı” ilan edilmiş bir topluluk...
Sağlıkla ilgili kimi düzenlemeler içeren yasa teklifi önceki gün TBMM Sağlık, Aile ve Sosyal İşler Komisyonu’ndan geçti. Şu meşhur beşinci madde ile birlikte... KHK ile ihraç edilmiş olan veya güvenlik soruşturmasından geçemeyen hekimlerin çalışma haklarını kısıtlayan bir madde bu ve torba yasa teklifi içinde hukuka aykırılığına rağmen “kanunlaşması” neredeyse kesin. Bu tür bir düzenlemenin hukuki anlamı ve sonuçları daha uzun süre tartışılacaktır hiç kuşkusuz. Ben daha çok bu düzenlemeyle daha önce olağanüstü koşullarda kamu görevinden çıkarıldıktan sonra sivil ölümleri hukuksuzca bir kanunla tescillenen binlerce yurttaş için bu halin anlamı ile ilgili yazmak istiyorum.
Yıl 2016... Aylardan ocak... Gazeteciliği hükümet sözcülüğüyle karıştıran benzerlerinden her zaman birkaç adım önde giden Cem Küçük, barış isteyen bir metni imzalayan akademisyenlerin Batı’daki gibi “medeni ölüm mekanizmaları kurulmak suretiyle” önce üniversitelerden sonra toplumdan atılmaları gerektiğini öyle yekten söyleyiverir. O zaman henüz 15 Temmuz darbe girişimi olmadığından Cem Küçük’ün hedefi barış akademisyenleriyle sınırlıdır. Terör örgütü tanımlaması da henüz pek sadedir. Bugünkü kokteylden eser yoktur. İfadeyi Diken’in sayfasından aynen alıyorum:
“Bir aydın çıksa ve “PKK terör örgütünü lanetliyorum ama bağımsız Kürdistan kurulmasını istiyorum” dese, bu fikir özgürlüğüdür. Peki terör örgütüne bu kadar açık destek veren aydınlara karşı ne yapmak gerekir? Tıpkı Batı’daki gibi medeni ölüm mekanizmaları kurmak gerekir. Yani savcılar işe el atmadan üniversiteler hemen o akademisyenlerin iş akdini feshetmeli. O kişiler bir daha iş bulamamalı ve kariyerleri bitmeli. Medyaya çıkamamalı ve toplum da onları otomatik olarak dışlar (16.01.2016)”.
Çok veciz biçimde bugün olan biteni özetlemiş öyle değil mi? O zamanlar bu sözleri aramızda tartıştığımızda çoğumuz “yok artık, bu kadar ileri gidemezler” hissiyatı içindeydik; çoğumuz bu “medeni ölüm” sözüne aşina bile değildi. Geri kalanımız içinse kitaplarda rastlanılan bir kavramdı sadece. Yargılanabileceğimizden, soruşturmalar geçireceğimizden kuşkumuz yoktu ama yargıya da henüz güvenimizi tamamen kaybetmediğimizden, haklı olduğumuza inancımız da tam olduğundan, bu yargılamalardan da soruşturmalardan da aklanacağımızdan pek kuşkumuz yoktu. Bu sözlere ancak hayret edebiliyorduk. Bir gazetecinin pervasızca medeni ölüm istemesine şaşırıyorduk öncelikle; herhangi birinin başkalarının hayatlarının böylesine askıya alınmasına çanak tutabilecek kadar yandaşlıkta kendisinden geçmesine şaşırıyorduk ayrıca. Anlaşılan hayal gücümüz kıtmış. İktidarın el yükseltmelerinde bu kadar ileri gidilebileceğini bilememişiz, otoriterliğin doğasından habersizmişiz. Kendimizi bir hukuk devletinin yurttaşları varsaymakla hata etmişiz. Olan biteni anlayamamışız. 15 Temmuz’dan sonra, FETÖ ile mücadele kapsamında 1 Eylül 2016 tarihli OHAL kararnamesinde kamu görevinden çıkarılanların çarşaf çarşaf isimlerini gördüğümüzde bile hâlâ yeterince idrak edememiştik. Arkadaşlarımız üniversiteden atıldığında bir süre sonra döneceklerine emindik. Hataydı bu, bir an önce geri dönülmeliydi. Yine yanlış anlamışız. O daha başlangıçmış. Binler binlere eklendi. Barış akademisyenlerinden 400 kadarı da kıyıma uğratılanlar arasındaydı. Yeni kararnamelerde yeni listelerle “medeni ölüm”ü ilan edilenler arttıkça arttı. Öğretmenler, askerler, doktorlar, hukukçular, akademisyenler... Mesleklerinden men edilmekle kalmadılar, başka işlerde çalışabilmeleri de engellendiği için tam anlamıyla açlıkla terbiye ediliyorlar.
Şimdi OHAL yok, OHAL düzeni olağanlaştı. Artık Cumhurbaşkanı kararnameleriyle, evrensel hukuk değerlerini hiçe sayarak yazılan/geçirilen şu güya sağlıkta şiddeti bitirmek için teklif edilene benzer “kanunlarla” yurttaşlıkla gelen haklarından mahrum edilerek medeni ölülere dönüştürülenler kümesini genişletmeye kararlı bir iktidarımız var. Açık muhalefeti sindirmek için işe koşulan devletin şiddet tekeli, potansiyel muhalefeti de hedeflemiş görünüyor. Cepheyi genişletiyorlar. Kendi yurttaşına savaş ilan etmiş bir devlet bu. Oysa en bilindik formülle devlet yurttaş için, ondan aldığı yetkiyle var oluyordu değil mi? Bu balon çoktan söndü...
Cem Küçük’ün 2016 Ocak ayında yadırgadığımız dileği artık kanıksadığımız gerçeklerden birine dönüştü. Hayatta kalma mücadelesi veren, neredeyse ölümü çare görmeye başlayan bir kitle yaratıldı. Direnemeyen, sözünü kamusallaştıramayan yok hükmünde, “devlet düşmanı” ilan edilmiş bir topluluk... “Ağaç kabuğu yesin”, “biz mi besleyeceğiz”, “gitsin nerede çalışırsa çalışsın”, “müstahak onlara, beter olsunlar” gibi veciz ifadelere alışmaları beklenenler...
Yıllarca eğitimini aldığın mesleğini artık yapamamak, herhangi bir işte çalışmak istediğin halde çalışamamak, pasaport yasağı yüzünden yurtdışında bir üniversitede çalışmayı aklına bile getirememek, burs alıp yurtdışına çıkamayınca bursunu yakmak, otuz yıldan çok çalıştığın kurumun kapısından girememek, akademik toplantılara gidememek, yazılarını yayınlatamamak, çaldığın her kapının yüzüne kapanması, hakikaten ağaç kabuğuna muhtaç hale gelmek, duyarsızlığa, kayıtsızlığa alışmak zorunda kalmak, yaşayan bir ölüden farkı olmamak... Bir akademisyen için medeni ölüm kısaca bu işte...