Türkiye’de köşe yazarlığı sorunu
Kapitalist düzende, bireysel satın alma gücünün önemli bir aktör olduğu anlaşıldı. Benzer şekilde, okurlar daha kaliteli yazılar talep edebilir, yazarlar da okurlarını emek harcamaya yönlendirebilir. Tıpkı kalitesiz, uzun, kendini sürekli tekrarlayan, seyircinin aklı ile dalga geçen dizilere talebin bıçak hızıyla kesilmesinin olanaklı olduğu gibi.
Kulağına kar suyu kaçmış bir köşe yazarı olarak yazıyorum bu satırları. On yıl kadar önce, “köşe yazarlarının bilinci ortaokul seviyesinde olan ülkemizde…” diye bir cümle işitmiş, bu konuda düşünmeye başlamıştım. Bir ay kadar önce de, Baykuş dergisinin Hegel sayısına “Felsefe akademik bir boncuk oyunu değildir!” başlıklı bir yazı ile katkı vermiş olan, Doğan Göçmen’in satırlarında benzer bir göndermeye denk geldim.
Doğan Göçmen, “Felsefe bu kadar basit bir şekilde hazırlanıp hazmedilecek bir şey olsaydı, ona gerek kalmazdı; günlük gazetelerin köşe yazılarına sinmiş sıradan bilinç ile her şey halledilirdi.” diyor.
Mesleki bilinç, aydın tavrı, entelektüel tutum gibi konularda okumalarım derinleştikçe, bu konunun bir köşe yazısı ile hakkının verilemeyeceğini anladım; kapsamlı bir yazı yazmak boynumun borcu olsun. Yine de, anahatları ile değinmek gerekiyor bu önemli konuya. Köşe yazıları tek tip değil, hemen aklıma gelenler şunlar:
1. Habercilik kaynaklı köşe yazıları: Sahada olan biteni anlamak açısından önemli yazılar. Bu tür yazıların kapsadığı, bağlantılı coğrafya genişledikçe analiz kaliteleri yükseliyor. Giderek yetkinleşiyorlar. Eksik olan yanları, tarih ve din felsefesi. Hâl böyle olunca yatay analizlerle yetinmek zorunda kalıyor; derinlemesine analizler için yabancı kaynaklara yöneliyoruz.
2. Uzmanların köşe yazıları: Kendi alanı dışına çıkmayan, uzmanlık gerektiren yetkin ve derinlikli analizlerin yapıldığı köşeler. Bazıları öylesine yetkinler ki neredeyse sadece bir kişiyi düzenli okumanız yeterli bilgi edinmeniz demek oluyor. Tek boyutlu olmaları ortak özellikleri. Gündeme endeksli olanları çabuk tüketiliyor.
3. Magazin yazıları: Gündemdeki magazin olaylarına mahkum yazılar. Derinlikli hemen hiçbir fikrin olmadığı, okuma zamanını kıskançlıkla koruyanlar için vakit kaybı akıl yürütmeler. Yazma amacı, olgular değil olaylar olduğu için; güncel olayları, onların yan ürünlerini eleştirerek ele alarak, kısır döngüye katılan yazılar. Kolayca tıklanan, çabalamadan anlaşılabilen, zamanın ruhuna uygun köşeler.
4. Taraflı politik yazılar: Bu tür yazılar ülkemizde çok okunuyor. En belirgin özellikleri sloganvari, basmakalıp tutumları. Kısa ve az sayıda cümleden oluşan satırlar iki aralıkla birbirini takip ediyor. Özdeşlik mantığına tutsak, “emeksiz aydın” kesimi ile siyasal İslâmcıların olmazsa olmazı köşeler. Olgusal temaların, duygusallığa fedâ edildiği köşeler.
5. Değer üreten yazılar: Okurları arasında daha çok aydınların, entelektüellerin, yaşamı ve kendisini anlamayı hedef edinmiş okurların bulunduğu kavramsal düzeyde yazılar.
Entelektüel bir okur, entelektüel yazılar talep edecek; yazarları yakın takibi ve katkıları nedeniyle içinde yaşadığı kültür ortamını geliştirecektir. Bu ideal tutumun, ülkemizde baskın bir pratik olmadığı açıktır. Artık, sosyal medya nedeni ile daha fazla sayıda okura, hızla ulaşılabiliyor olsa da “tık” ve “beğeni” almak gibi bir zorunlu değişken mevzuya dahil oldu: Yüksek tıklanma sayısı yüksek reklâm geliri anlamına geliyor. Sosyal medya kullanımı, kullanıcının psikolojisi ile ilgili yetkin ipuçları verebiliyor. Niceliğe yöneldikçe, değerler dünyamız yoksullaşıyor.
Kapitalist düzende, bireysel satın alma gücünün önemli bir aktör olduğu anlaşıldı. Benzer şekilde, okurlar daha kaliteli yazılar talep edebilir, yazarlar da okurlarını emek harcamaya yönlendirebilir. Tıpkı kalitesiz, uzun, kendini sürekli tekrarlayan, seyircinin aklı ile dalga geçen dizilere talebin bıçak hızıyla kesilmesinin olanaklı olduğu gibi. Her akşam, çayını eline alıp zamanını dizi seyrederek, televizyon başında geçirenlerimiz yeterince “çok” değil mi? Bu çoğunluk, bu gidişata bir dur diyemez mi?
Kitap okuma alışkanlıkları konusunda; kurulan cümledeki dilsel özne ile konuşan özne arasındaki bağıntısızlık “emeksiz aydın” grubunda gözlemlenen yaygın bir davranış biçimi. Okumadığı halde okuduğuna inanan bu grupta oluşturulabilecek derin bir şüphe dalgası Türkiye’nin kaderini değiştirebilir. Taraflı, çığırtkan politik yazılar yazıp duran yazarların, başlarını döndüren popülerlik canavarından kurtularak, aslında önemli bir görevi üstlenebileceklerini anlamaları ve yazım tarzlarını buna uygun haline getirmeleri toplumda radikal bir değişiklik yaratabilir. Çalakalem yazılmış, özensiz, içeriksiz günlük yazılarından feragat etmeleri gerekecektir ilk başta. Tabii, sürekli kıyaslama düzeyinde kalan içeriklerin, okuyucuda artık bıkkınlık yaratarak, yazarı değişmeye zorlaması diğer bir olasılık. Düşünmesi bile zevkli!
Bir entelektüel, evrensel ve soyut olanı dert edinmiş olmasının yanı sıra; doğruları söylemek, rahatsızlık vermek, korkmadan konuşmak, taraf tutmadan değerlendirmeler yapabilmek, tek başına olsa da akıntılara inatla direnebilmek durumundadır. Her yazar bunu yapmak zorunda değil kuşkusuz, ama sahip olduğumuz değerlerin, elimizden akıp gittiği; nefes almakta zorlandığımız bir tedirginlik, endişe içinde yaşadığımız şu günlerde herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışsa güzel olmaz mı?
Vasat olanla idare edilen günler geride kaldı; artık, vasat altı bir norm olarak karşımızda. Dikkatli olmalıyız. Bu konuları tartışmaya çok ihtiyacımız var. Alışılagelen aydın ve entelektüel tanımlarının da ötesine geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kullanımdaki tanımlar insanın bütünselliğini, ötekiyle olan ilişkisini hakkıyla veremeyen tanımlar. Bu bizi yeni bir entelektüel tanımına getirir mi? İçini doldurmakta zorlandığımız bu iki kavram, kendi kültürümüzün zenginliği de ihmal edilmeden yeniden ele alınabilir mi? Bir entelektüel bile olsa, bu tür bir yol göstericinin fikirlerinden devşirdiğimizle yetinebilir miyiz, yoksa yaşam felsefesinden, ethosundan da anlam kotarabilmek bir hak olarak talep edilmeli midir? Konu oldukça derin.