Demokratik yapılar çözülürken Türkiye
Seçkinlere karşı demokratik iktidarın gerçek sahibi olarak sunulan halk, Türkiye’de sağın eğilimlerine uygun olarak “millet” veya “milli irade” şeklinde tanımlanmıştır. Halk adına, halk için yönetecek ve halkın diliyle konuşacak güçlü lider olarak ise yerine göre “reis”, “uzun adam” veya benzeri sıfatlarla tarif edilen Erdoğan’ın ismi öne çıkmıştır.
Demokrasilere bir şeyler oluyor. Avrupa ve Amerika’daki gelişmeler, siyasi yorumcuları fazlasıyla kaygılandırıyor. Dünyanın geri kalan kısmının da çok iyi bir durumda olduğu söylenemez. Siyasal tartışma, her yerde güç kazanan, habis ruhlu bir zihin örüntüsünün sınırları içerisinde hapsolmuş durumda. Kutuplaşma, komplo teorileri, satılmışlık veya vatan hainliği gibi takıntılı parametreler, özgür bir tartışmanın olanaklarını ziyadesiyle daraltıyor. Hal böyle olunca, “şehirde demokrasiden başka oynanacak oyun yok” demek, çoğu insan için teselli edici olamıyor. Şimdilerde “demokrasinin ölümü” veya “demokrasinin krizi” gibi başlıklar çok daha fazla revaç buluyor. Buradan bakıldığında, Türkiye’nin yaşadığı otoriter dönüşüm de biraz daha farklı bir anlam kazanmaya başlıyor. Elbette, parçası olduğumuz coğrafyanın tekinsizliğinin veya siyasi tarihimizin mirasının, bugün yaşadığımız sorunlarla doğrudan bir bağlantısı var. Fakat dünyanın genel gidişi, sadece “bize özgü” açıklamalarla yetinmeyip, soruna daha geniş bir açıdan bakmadıkça bütünsel bir kavrayışa ulaşamayacağımızı işaret ediyor.
Peki, gerçekten dünya nereye gidiyor? Elimizdeki hasar raporu, zayiatın çok fazla olduğunu gösteriyor. Dünyanın birçok ülkesinde otoriter liderler veya partiler iş başına gelmiş durumda. İtalya'da Berlusconi, Filipinler'de Duterte, Çekya’da Babiš ve Zeman, Macaristan'da Orbán, Venezuella’da Maduro, Hindistan’da Modi gibi siyasi liderler otoriter, ayrımcı veya yabancı karşıtı söylemleri açıkça uygulamaya koymakta hiçbir beis görmüyor. Tabii, ABD’de Trump ile başlayan sürecin yerinden oynattığı küresel dengeleri de bu listenin başına eklemek gerekiyor. Otoriterlik, doğrudan iş başında olmadığı yerlerde de, en azından iktidarı rehin alacak kadar güç biriktirmiş gibi duruyor. Hatırlanacağı üzere, Avam Kamarası’nda sadece bir sandalyesi olan Bağımsızlık Partisi’nin AB karşıtı ve yabancı düşmanı söylemlerinin yarattığı galeyan, İngiltere’de Muhafazakar Parti’yi Brexit referandumuna gitmeye zorlamıştı. Yine, göçmen karşıtı Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Bundestag’da 94 sandalye kazanınca, Merkel’in koalisyon arayışı, dört ay boyunca askıda kalmış ve hükümet kurulamamıştı.
Tüm bunlar demokrasinin yeni bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Uzmanlar arasında meydan okumanın varlığı ve bunun bir kriz belirtisi olduğu hususunda genel bir uzlaşı var. Görüş birliğinin kaynağındaysa, içinden geçtiğimiz demokratik kriz sürecini, tıpkı daha önceki çalkantılarda olduğu gibi, dönemin ruhuyla ilişkili sorunlara indirgeme eğilimi var. İşin doğrusu, demokrasinin tek bir krizi değil, krizleri var. 1970’lerdeki sorun bir “yönetilebilirlik krizi” olarak saptanmış, gerekçe olarak da aşırı demokrasiden ötürü artan vatandaşlık taleplerinin devletin bürokratik olanaklarının ötesine geçmesi gösterilmişti. 2000’li yıllardaki sorun bir “yurttaşlık sonrası” topluma geçiş, gerekçe olarak da topluluk duygusunun çözülmesiyle yalnızlaşan bireylerin demokrasiye hayatiyet kazandıran sosyal sermayeden yoksun hale gelmesi gösterilmişti. Günümüzün sorunu olaraksa “kültürel geri tepme”, bunun gerekçesi olarak da demokratik rejimlerin yurttaşlarında gideren artan tehdit algısı ve güvenlik arayışı gösterilmektedir.
Yukarıdaki açıklama çerçevelerinin her biri, demokrasi krizlerini içinde bulunulan dönemin değişken koşullarından hareketle anlamaya koşullanmış durumdadır. Dönemsel bakıldığında, demokrasi kriz dalgalarının medceziriyle beslenen, onların işaret ettiği sorunlardan çıkardığı derslerle güçlenen bir rejim gibi görünür. Elbette demokrasinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi açısından bu bakış açısının inkar edilmez bir yararı vardır. Ne var ki bugünkü krize diğerlerine bakmamızı sağlayan aynı yöntemle baktığımızda, günümüzde yeni olan boyutu yakalamaktan uzaklaşıyoruz. Yeni olan şey, zaten bizim deneyim haznemizin dışında olduğu için yeni görünür. Bu yüzden, eski olana bakma, bilinmeyeni zaten bilinenden yola çıkarak tanıma eğilimini doğal kabul edilebiliriz. Ancak son dönemlerde, kamuoyu araştırma şirketlerinin dünya çapında yaşadığı başarısızlıklar kadar, demokrasinin küresel trendlerini izleyen kuruluşların süreci açıklamaktaki yetersizliği de bu doğal eğilimden kaynaklanır.
Bu zamanın ruhuna bağlı kriz analizleri, ampirik demokrasi teorisinin göstergeleri ve ölçütleri aracılığıyla icra edilir. Dünya çapında yapılan araştırmalarda, esasen demokratik özgürlüklerin kurumsal ve davranışsal göstergelerinin ne ölçüde yaygın olduğunu belirleme endişesi hakimdir. Kültür ve değerlerin siyasi kurumlar ve davranışlar üzerindeki etkisini ölçen Dünya Değerler Araştırması kadar, siyasi haklar ve sivil özgürlükler üzerinden dünyada özgürlüğün durumunu ölçmeye çalışan Freedom House’un göstergeleri de bu minvaldeki çalışmalar arasındadır. Eski kriz deneyimleri, yaygınlığın ölçülmesini demokrasilerin gücü için yeterli bir göstergeymiş gibi sunabilir. Oysa bugün karşımızda olan sorun, demokratik kurum ve değerlerin yaygınlığıyla değil, kalıcılığıyla ilgilidir. Kriz temele meyletmekte ve demokratik kurumların dayanıklılığıyla ilgili bütünsel bir bakış açısına sahip olmayı gerektirmektedir.
Demokratik yapıların sadece demokrasiye geçiş sürecindeki kırılgan rejimlerde değil, geçişi tamamlamış, hatta ABD veya İngiltere gibi rejimin konsolide edildiği ülkeleri de içeren bir sarsıntı içinde olduğunu görüyoruz. Rejimlerin konsolidasyonu, demokratik norm ve kurumların kültürel, anayasal ve davranışsal olarak yapılaşması ve kalıcılık kazanması yoluyla gerçekleşir. Bugün gerçekleşen şey, söz konusu yapıların en güçlü oldukları yerde çözülmeye başlamasıdır. Çözülmenin ilk belirtisi, demokratik kurum ve uygulamaların meşruiyetinin artık sorgulanmaya açılmış olmasıdır. Bu sorgulama sözüm ona, “gerçek demokrasi” adına yapılmakta ve demokratik iktidar onun gerçek sahibi olan halka iade edilmektedir. Dolayısıyla mümkün her siyasi eylemin tek meşruiyet kaynağı olarak halk öne çıkarılmaktadır. Böylelikle bugüne kadar modern demokrasilerde meşruiyet üreten bilimsel bilgiler, evrensel değerler ve hukuki gerekçeler halk egemenliğini sınırlandıran engeller olarak dışarıda bırakılırlar.
Çözülmenin ikinci belirtisi, halkın iradesine getirilen sınırlar devre dışı bırakıldıktan sonra, halk adına, halk için ve halkla beraber yönetecek güçlü bir lider figürünün öne çıkmasıdır. Burada siyasal doğruluk ilkelerini çiğneyen, yasaları ve parlamentoyu kendisi için bir ayak bağı olarak gören, halkın isteklerini bildiği için onun diliyle konuşabilen çok güçlü bir insan fantezisi söz konusudur. Öyle ki bu insan ırkçılık yapsa da, yalan söylediği açık olsa da, hatta yolsuzluk yapsa da yine halktan biri olarak ve halki davranan kişi olma niteliğini yitirmemektedir. Bu imtiyaz lidere, onun halkı kendi bildiği ve arzuladığı tarzda yeniden tanımlayabilmeyi başarabildiği için verilmiştir. O da halkı bütünsel ve kapsayıcı bir kavram olarak değil, seçkinlere, zenginlere, eğitimlilere “beyaz Türklere” karşı dışlayıcı bir kavram olarak yeniden inşa eder. Öyle ki dışarıda bırakılan grup, nüfusun yüzde 50’sini bile oluştursa, yerine göre “halk düşmanı” veya “terörist” olarak tanımlanmaktan yine de kurtulamaz. Bundan sonraki aşamada, liderin bütün olumsuz özellikleri ya halk düşmanı grubun bir komplosu ya da yine o düşman gruba karşı zorunlu olarak başvurulması gereken bir kötülük gibi görülmeye başlanır. İşte tüm baskıcı ve dışlayıcı siyasetlerin uygulamaya konmasının önünü açan dönüşümler bu şekilde işler hale gelir.
Bugün Türkiye’de yaşanan anti-demokratik dönüşümlerin derindeki anlamını bu çerçeve içinde bulabiliriz. Seçkinlere karşı demokratik iktidarın gerçek sahibi olarak sunulan halk, Türkiye’de sağın eğilimlerine uygun olarak “millet” veya “milli irade” şeklinde tanımlanmıştır. Halk adına, halk için yönetecek ve halkın diliyle konuşacak güçlü lider olarak ise yerine göre “reis”, “uzun adam” veya benzeri sıfatlarla tarif edilen Erdoğan’ın ismi öne çıkmıştır. Erdoğan, “asıl millet” adına, onun düşmanı olarak kabul edilen ötekilere karşı konuşmakta ve siyaset yapmaktadır. Türkiye’nin demokrasinin global kriziyle olan kökensel bağları bu zeminde kurulmaktadır. Modern demokrasiler, temsili nitelikte olmaları yoluyla ayırt edilirler. Siyaset, asıl sahibi olarak görülen halk adına icra edilen bir uğraş olarak görüldüğü müddetçe, halkın “gerçek temsilcisi” olma vasfını kendine özgüleyen ve sadece kendine özgüleyen birileri her zaman olacaktır. Günümüz siyasetinin yaşadığı sorunların kaynağında işte bu “temsil krizi” bulunmaktadır. Temsil, demokrasinin esası olduğundan ötürü, krizi doğrudan siyasetin temellerine taşımaktadır. Demokrasinin sorununu ve çözüm olanaklarını tartışmanın asıl zeminini burası oluşturmaktadır.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI