Dünyanın nazik kayıtsızlığı, kokusunu yitiren zaman
Zamanın, aşkın ve kitabın kokusuna muhtacız. Bunların yerine koyabileceğimiz hiçbir şey yok sürgit yaşanan deneyimden yoksun deneyimlerde. Zamanın ruhunu üzerimizden bir giysi gibi çıkarıp atamasak da, kendimizle daha sık, daha çıplak biçimlerde yüzleşebiliriz. İçimizdeki o saf okuru karşımıza koyup, okuduğumuz kitabı en azından onunla tartışabiliriz. “Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiği zaman dünya huzur bulacak.”
“Dünyanın bütün harikalarını gördüm. Seni mesela… Kırmızı elbisen ve sarı şemsiyenle…”
“Belki safın tekiyim. Ama bu gerçekliği sevmiyorum ben. Benim hayatım resimlerden, kitaplardan ibaret. Ama hayat bundan ibaret değil…”
Kazak yönetmen Adilkhan Yerzhanov’un son filmi, “Dünyanın Nazik Kayıtsızlığı”nın erkek ve kadın karakterlerine ait bu sözler. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan film, bizde de Boğaziçi Film Festivali’nde yarıştı.
Filmin ana karakterleri, şanslarını büyük şehirde aramak zorunda kalan iki genç Kazak köylüsü. Dupduru güzelliğiyle filmin estetik düzeyine büyük katkı sunan Saltanat (Dinara Baktybayeva) ve onun için her şeyi yapmaya hazır hayranı/aşığı Kuandyk (Kuandyk Dussenbaev). Saltanat, zor koşullara rağmen eğitim görmüş, İngilizce bilen, kendini de iyi yetiştirmiş bir kız. Camus’den alıntı yapabilen, empresyonizmi bilen sempatik ırgat Kuandyk’inse bu becerileri aşk sayesinde geliştirmiş oluşu filmin en tatlı yanlarından biri.
Filmin Camus’nun “Yabancı”sından gelen muhteşem ismine, duyduğum anda vurulmuştum. Bir sahnede erkek, kadının kitaptan yaptığı alıntıyı tamamlıyor. Film boyunca doğru dürüst dokunamadığı sevgilisiyle temas kurabilmenin de bir yolu olarak onun satırlarını çizdiği kitapları okuduğunu anlıyoruz.
“Aşk aslında bu kadar basit bir şey işte, vay be,” dedirten bu incecik sahnelerden sonra iki genç şehrin acımasız bağrına fırlatılıyor. Saltanat ölen babasının borçlarını ödemek için yardım istemek zorunda kaldığı amcası tarafından korkunç bir hikâyeye sürüklenirken Kuandyk zar zor bulduğu geçici işlerle hayatta kalmaya çalışarak sadık bir gölge gibi sevdiği kadını izliyor. Sonrası epey acı…
Tümüyle Kazakistan’da geçen filmin senaryosu, arthouse ya da bağımsız film, yer yer noir ve melodram arasında durduğu noktayı iyi belirlemekte güçlük çekiyor. Vaadini güçlü bir dramatik ilerleyişten çok, hoş anlara eşlik eden zarif minimalizmi, görsel atmosferi aracılığıyla yerine getiriyor. O kalibrede asla değilse de “Aşk Zamanı”nı hatırlatan yanları da var, Aki Kaurismaki filmlerini de, Hardy’nin “Adsız Sansız bir Jude”unu da. Bu daha güçlü eserlerle kurdurduğu bağın yanı sıra günümüz hayatının bir büyük sorununa dokunmasıyla da eksiklerine rağmen damakta bir acı badem tadı bırakıyor: Hayatın hoyratlığı karşısında aşkın, insanın ve sanatın kırılganlığına.
Meselesini fazlaca doğrudan biçimde iyi/kötü, zengin/yoksul, hayat/sanat gibi ikilikler üzerine kuran filmin bahsettiğim kısım dışında “Yabancı” ile pek tematik bağı yok. Bizimse her ikisiyle de var.
Giderek sertleşen bir hayatta hem somut hem de kültürel, insani değerler bakımından şiddetli bir yıkım ve ‘usülsüz’ bir inşanın gürültüsü altında hayatlarımızı sürdürmeye ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Büyük kentlerde, eğitimli kesimde de gayet sert bir ekmek kavgası sürüyor. Ek olarak da filmde anlatılan masumiyette yaşanamayan, zamanın ruhuna uygun, derin bir varoluş krizi.
Bir köprünün iki ucundan siste birbirine el sallamaya çalışan gölgeler gibiyiz. Hepimizin içinde Mersault da var, Saltanat da, Kuandyk de. Öte yandan sanat ve her tür yıkımın ortasında hâlâ büyük sanatçı olmayı sürdüren hayat da, kendinde bir güzellik olarak deneyimlenebilen şeyler değil pek.
Kokusunu derin derin içimize çekemeyip boğulmamak için alelacele sarıldığımız birer odun parçası hâlini aldığında, aşk da sanat da hayattan kurtaramıyor bizi.
Narsisistik baştan çıkarmaları sıklıkla aşk, sevgi zannediyoruz. Benzerlerden kusur kalmama kaygısıyla koşa koşa tüketilen kitapları, filmleri, boy gösterilen etkinlikleri de sanat sevgisi.
ZAMANIN KOKUSU
Byung-Chul Han’ın Metis’ten çıkan “Zamanın Kokusu” adlı kitabı, içinde bulunduğumuz durumu çarpıcı biçimde anlatıyor. Günümüzün zamana dair esas sorununun hızlanma değil, ‘diskroni’ adını verdiği bir tür zamansal bozulma olduğunu söylüyor yazar. Zaman düzenleyici bir ritmin eksikliğini çekiyor. Anlatısallıktan çıkan zaman, gerçekte hiçbir şey hızlanmazken hayatın kendisinin hızlandığına dair yanıltıcı bir duyguya neden oluyor. Deneyim bolluğu, deneyim eksikliğine dönüşüyor. Bugün bulunma becerisi kayboluyor.
Değerli şeyleri kaçırma korkusu ve bunun sonucunda, hayatın temposunu artırma arzusuyla erken modern dönemde gelişmeye başlayan kültürel hızlanma vaadinin, özneyi daha hızlı yaşamaya ittiğini belirtiyor yazar. “(Oysa) daha hızlı yaşamaya çalışan herkes nihayetinde daha hızlı ölecektir. Hayatı daha doyurucu hale getiren şey, olayların toplam miktarı değil, sürem deneyimidir. Bir olayının diğerinin hemen ardından geldiği yerde, kalıcı hiçbir şey meydana gelmez. Tamamlanma ve anlam nicelikten yola çıkarak açıklanamaz.” (s. 44-45) Hızla yaşanan, yavaş hiçbir şey içermeyen, hızlı ve kısa yaşanan deneyimlerle nitelenen bir hayat, “deneyim oranı” ne kadar yüksek olursa olsun, kısa bir hayat oluyor…
Sürekli üstüne düşündüğüm konuları içermesinden alıntılarına dek çarpıcı bir yakınlık duygusuyla da beni etkileyen bu kitabı okuduktan kısa süre sonra filmi izledim. Tüm yoksulluk ve yoksunluklara rağmen filmin iki karakterinin bizlerden daha ‘zengin’ bir tür yaşam deneyimine sahip olduğunu düşündüm.
Sevgilisinin imgesinde dünyanın bütün harikalarını gördüğünü söyleyen Kuandyk’in hiçbir narsisistik talepkarlık içermeyen sabırlı sevgisini deneyimleyebilir miyiz? Sevmek sandığımız şey çoğunlukla hızlı bir onaylanma ve tüketme ihtiyacı bugün, aşkta da, arkadaşlıklarda da böyle.
KİTAP KURDU TEYZE
Bu yazıyı yazdığım saatlerde izlediğim “kitap kurdu teyze” videosundaki Dostoyevski, Camus, Amin Maalouf okuyan güzel yüzlü köylü kadının kitaplardan aldığı haz da, bugünün çoğu entelektüelininkinden daha gerçek. Çünkü entelektüel kibir, üstünlük, yetişme, bastırma arzusu içermiyor. Tesadüfen gerçekleşen ‘görünürlük’ dahil hiçbir somut karşılığı olmaksızın dünyayı kitaplar üzerinden anlama ve hissetmenin güzelliği üstüne kurulu. Çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde daha sık yaşadığımız o saf, hesapsız kitapsız hazzı. Kaybolmanın, bulunmanın, kendini bulmanın büyüsünü. Bu anlamda ‘köylü teyze’, bugün sanatçı olarak adlandırılan insanların çoğundan da daha sanatçı: ‘İmkânı’ bükerek kendini yeniden yaratıyor.
Bu üç örneklerin romantizmiyle elbette her şeyi yorumlayamayız. Ama bu hikâyeler, koşturmacada kaçırdıklarımıza dönüp bir göz atmamızı sağlamaları açısından değerli. İlk karşılaşmada hepimizin ‘ay canım benim’ tarzı bir beyaz üstünlük içinden yaklaştığı bu örnekler, belki esas içimizdeki o saf okuru, saf aşığı hatırlattığı için içimizi ışıldatıyor.
Zamanın, aşkın ve kitabın kokusuna muhtacız. Bunların yerine koyabileceğimiz, daha tatminkar hiçbir şey yok sürgit yaşanan deneyimden yoksun deneyimlerde. Zamanın ruhunu üzerimizden bir giysi gibi çıkarıp atamasak da, kendimizle daha sık, daha çıplak biçimlerde yüzleşebiliriz. İçimizdeki o saf okuru karşımıza koyup, okuduğumuz kitabı en azından onunla tartışabiliriz.
Meşhur Jimi Hendrix sözüyle bitirmek istiyorum bu yazıyı. “Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiği zaman dünya huzur bulacak.”
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI