YAZARLAR

Karşıyaka’dan İzmir’e giden vapurda…

Tuhaf bir hafta daha geçti ömrümüzden, cuma sabahı sevgili arkadaşım Cenk Yiğiter’i sabah evinden gözaltına aldılar. Bu haberle uyandım. Uyandığımda aklımdan ilk geçen şeylerden biriydi Karşıyaka’dan İzmir’e giden vapur…

Ahmet Kaya dinleyen herkes en azından bir kez aklından geçirmiştir şu soruyu: Attila İlhan kendi şiirlerini Ahmet Kaya’dan dinlemiş midir? Acaba ne düşünmüştür Ahmet Kaya’nın bestelediği şiirlerini onun sesinden dinlerken?

Müjgan’ı hâlâ güzel bir kadın ismi sandığım ilk gençlik günlerimde aklımdan geçirmiştim bu soruyu. Hem Attila İlhan severdim hem Ahmet Kaya. Belki de sorduğum sorunun nedeniydi bu, hem de müjgandan haberim yokken. Attila İlhan’ın Mahur Beste’yi nasıl, neyi haykırmak için yazdığını öğrendiğimde dahi sorunun yanıtına yaklaşamamıştım bir adım bile.

Attila İlhan, yalnızlığı anlatırdı. Hayatımdaki en korkutucu yalnızlık imgesini yaratmıştı Sisler Bulvarı’nda. “Kesik birer kol gibi yalnızdık” kadar çarpıcı bir imgeyle karşılaşmadım hâlâ. Ahmet Kaya, acılarımızı birleştirir, başka bir şeye dönüştürürdü. “Sonbaharda birlikte sararmayı,” “kirli yüzlerin aydınlanması için savaşmayı” anlatırdı…

Attila İlhan, Mahur Beste’yi 6 Mayıs günü, Karşıyaka’dan İzmir’e vapurla geçerken yazmıştı. Dört yıl boyunca her gün Karşıyaka’da İzmir’e vapura bindim ilk gençliğimde. Bir kent şiiridir belki Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek. Karşıyaka’dan İzmir’e geçerken, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı düşünmek, bir lise talebesi için çıkışı olmayan bir şiire giriş olabilir. Bütün büyüsü ile dinlemek, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı” dizelerini. Karşıyaka’dan İzmir’e gitmekteki tuhaflık neyse bir lise talebesi için, Attila İlhan ile Ahmet Kaya arasındaki ilişki de oydu. Buna kanaat getirmiştim. Yalnızlık bir yanda; birlik ve dayanışma diğer yanda…

ÖMRÜMÜZ BU SAÇMALIKLA MI GEÇMELİ?

Nail Dertli, Dinçer Demirkent, Cenk Yiğiter (soldan sağa)

Tuhaf bir hafta daha geçti ömrümüzden, cuma sabahı sevgili arkadaşım Cenk Yiğiter’i sabah evinden gözaltına aldılar. Bu haberle uyandım. Uyandığımda aklımdan ilk geçen şeylerden biriydi Karşıyaka’dan İzmir’e giden vapur…

Cenk Yiğiter ile birlikte gittiğimiz soruşturmaları düşündüm, ne kadar da haklı olduğumuzu yüzümüze söyledikten sonra İbiş korkusuyla cezalar yağdıran soruşturmacıları. Şimdiden düşününce her şey ne kadar tuhaf gerçekten. İbişçe Ankara’ya yaklaşık yetmiş kilometre mesafedeki Kalecik Meslek Yüksek Okulu’na gönderilen, süreci cezaya dönüştüren soruşturmaya üç kişi gitmiştik. Nail Dertli ve Cenk ile birlikte. Tabii bir de küçük protesto yapacaktık ki sorun büyüktü. Kalecik’te afiş çıkarabileceğimiz bir fotokopici yoktu elbette. Duruma bir çözüm üretip çocuğuna el işi ödevi için yardımcı olan babalar edasıyla renkli kartonlar aldık, üzerine tahta kelemi ile “ihraçlar, baskılar, soruşturmalar bizi yıldıramaz” yazdık. Soruşturmacıyla şarapçılık bölümünde okumayı çok istediğimizi, Kalecik’e gidip gelmeden bunun mümkün olup olmadığını sorduktan sonra kartonlarımızı alıp protestomuzu gerçekleştirecektik ki Kalecik’te kimsenin olmadığını fark ettik. Dakikalarca tek bir öğrenci, öğretim üyesi göremedik. Nihayetinde en azından fotoğraf çektirecek bir öğrenci bulup fotoğraf çektirerek eylemimizi tamamladık…

Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Yalnızlık, birleşen acılar, örgütlenen umut, dayanışma. Cenk’i gariplikler içindeki bir gözaltı sürecinin ardından Adliye’den aldığımızda “Yaşasın umut, yaşasın cesaret” diye haykırdı. İddianamesi bir yıldır çıkmayan Kavala'yı, tutsak gazetecileri, tutsak siyasetçileri andı. Evet yaşasın umut ve fakat artık bu saçmalıklar da bir son bulsun. Ömrümüzde yalnızlıkları da, birliktelikleri de heba eden bu çete düzeni artık son bulsun. Nasılı elbette bu yazının konusu değil, ama şu kadarını diyelim: Yüz binlerce yurttaşını açlığa mahkum etmiş, bunu sürdürmek için hâlâ Meclis komisyonlarında, genel kurullarında sabahlayan bir iktidarı bir parazitten temizlenir gibi temizlemeyi düşünmek gerek belki de. Üzerimizden atmak, bizden beslenmesine artık son vermek.

HAYATTA KALDIK, YARATMAYI SÜRDÜRMEK ŞİMDİ GÖREV

Mülkiye ihraç süreçlerinden en büyük zararı gördü, hem akademik hem insani yıkımdan geçti 159 yıllık kurum. Üstesinden geldik mi, hâlâ bilmiyorum ama bildiğim durduğumuz anda, hayata kendi pratiklerimizle devam etmeyi bıraktığımız anda yenileceğiz. 13 Kasım günü Mülkiyeliler Birliği’nde Nurettin Öztatar’ın hazırladığı İmza ve Ötesi kitabı için düzenlenen bir etkinlikte ortak fikirdi bu. Kitap Mülkiye’den mezun olmuş ve Mülkiye dahil Türkiye’deki çeşitli üniversitelerden ihraç edilmiş akademisyenlerle yapılmış söyleşilerden oluşuyor. Etkinlik için 1402’lik Mülkiyeliler ile ihraç edilen Barış Bildirisi imzacıları buluştu. Hem kitapta söyleşileri bulunan ihraç akademisyenler hem de 1402’liklerden Tuncer Bulutay, Korkut Boratav ve Baskın Oran bir şeye vurgu yaptılar. Haklı olanlar hakkını alacaklar, mücadele ile dayanışma ile. Elbette hayatta kalarak, mücadeleyi uzun bir soluğu göze alarak, sabır ile, sebat ile. Yalnız ve birlikte olarak…


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.