Çağ dönümünde siyaset
Belki de dünyanın her yerinde birbirine yakın zamanlarda parlayıp sönen Gezi Parkı direnişi gibi pratikler çağ dönümünün asıl işaretini vermektedir. Zaten çökmüş olan siyasal temsil kurumlarının nasıl yıkılacağına ve yeni bir demokrasinin nasıl kurulacağına ilişkin ilk işaretleri veren, insan onurunun, eşitlik ve özgürlüğünün kurucu yollarını bu pratiklerde aramalı belki de.
Bir çağ dönümünde olduğumuz hissi veriyor dünyada yaşananlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş tüm dengeleyici kurumlar zayıflamış durumda. Bunun yerini amorf ittifaklar, sonu gelmeyen savaşlar, böylece beslenen, kural ve kurumlardan uzaklaşmış ülkesel siyasal iktidarlar almaya başlıyor yeniden. Carl Schmitt, Yeryüzünün Yasası (Nomos of the Earth) adlı kitabında Avrupa kamu hukukunun kuruluşunu, Avrupa’da ortaya çıkan toprağa bağlı ulus devletlerin savaşı sınırlandıran hukukuna bağlamıştı. Yani egemen devletlerden oluşan bir devletler sistemine. Bu sisteminin sonunun da Birinci Dünya Savaşı’nda başlayan topyekun savaş ile geldiğine vurgu yapıyordu. Tabii içeride devlet erkine alternatif oluşturabilecek bütün ikincil kuvvetleri yok etmeyi başaran ulus devlete hayranlığı hiç bitmedi. Lenin’i en büyük düşmanı görmesinin nedeni başta buydu, Lenin’in sınıf savaşı kavrayışının yarattığı dünya iç savaşı fikri onu korkutuyordu.
Savaş, Ekim Devrimi’nden dünyaya yayılan gelecek umuduyla 30 yıla taşındı. Avrupa devletler sisteminin kuruluş sancılarını çözen 1618-48 Otuz Yıl Savaşları ile birinci ve ikinci dünya savaşlarının otuz yılını birbirine benzeten çok düşünür olmuştur. İçine doğduğumuz devletler sistemini, Birleşmiş Milletler’in kuruluşunu, sömürgeciliğin tasfiyesini, Avrupa kamu hukukunun dışına taşınmış “sınırsız savaşın” tam da sömürgecilik nedeniyle tekrar Avrupa’ya taşıyan iki dünya savaşının belirlediği açık. Tabii bu sistemin kuruluşunda bir gelecek düşünü, eşit, özgür ve onurlu bir yeni insan imgesini her şeye rağmen diri tutan Sovyet varlığının rolü azımsanamaz.
GELECEKSİZLİK
İşaretlerini gördüğümüz çağ dönümünün en önemli özelliği ise bir gelecek düşünden yoksun olmamız. Burada da 1989’da sadece kendi üzerine değil, bütün solun üzerine çöken, bürokratik sosyalizmin yıkıntısının etkisini yadsımak mümkün değil. Yeni bir kurucu gücü, yeni bir ülke imgesini doğrudan totaliterlik sıfatı ile yaftalayan 1990’ların sonunun hakim tartışmalarının nedenlerini burada aramak gerek. Ardından sermayenin kurnazca işlettiği sürdürülebilirlik ideolojisini de.
Neoliberalizmin fütursuz “sürdürülebilirlik” ideolojisinin bütün gelecek hayallerini tıkamasının da bir sonunun geldiği anlaşılıyor. Sürdürülebilir yoksulluğun, sürdürülebilir tarımın, sürdürülebilir doğanın “sürdürülemediği” açıkça ortada. Fakat bunun karşısına çıkacak bir gelecek düşü olmadıkça, sürdürülebilir barbarlığa karşı koyacak bir maddi gücün ortaya çıkması da mümkün görülmüyor. Barbarlık her geçen büyüyor.
TÜRKİYE'DE SİYASET
Türkiye’de bütün kurumların, kamu hukukunun bütün normlarının askıya alınmasını bundan bağımsız düşünmek doğru değil elbette. Fakat bunlarla bağlantılı düşünerek oluşturulacak bir gelecek imgesi, onuruyla yaşayan bir insan düşü kurmadan herhangi bir siyasal söylem geliştirmek de artık mümkün değil. Neredeyse herkes bir gelecek vaadinin iktidarlar açısından da muhalefet açısından da ortadan kalktığına hemfikir. Çok kısa dönemde, çok fazla ve çeşitli seçimler gördük, hemen hiçbirinde bir umudu diri tutacak imge; bir insan, bir ülke imgesi ile karşılaşmadık. Evet bir şey açık, herkesin dahil olduğu bir sistemde barbarlık yalnızca seçimlerle ortadan kalkmayacak. Fakat dünyayı sermayenin gördüğünden daha keskin görebilecek ve milyonlara anlatabilecek, dünya ile paylaşabilecek bir siyasal imgenin solun dışında aranmayacağı da açık. Yirminci yüzyılın çağ dönümünü en net ifade eden “ya sosyalizm ya barbarlık” mottosunu güncellemenin dönülmez ufkundayız yeniden.
Ülkede neredeyse herkesin temel duygusu olan geleceksizliğin tek nedeninin konjonktürel bir ekonomik kriz ya da geçici bir siyasal-sistemik kriz olduğunu düşünmek naiflik olur. Tamamen öngörülebilir olmaktan çıkarılmış, liberal “mümkünlerin” bile mümkün görülmediği bir olağanüstülüğe teslim olmanın alternatifini beş yıl öncesinde görmüştük.
Belki de dünyanın her yerinde birbirine yakın zamanlarda parlayıp sönen Gezi Parkı direnişi gibi pratikler çağ dönümünün asıl işaretini vermektedir. Zaten çökmüş olan siyasal temsil kurumlarının nasıl yıkılacağına ve yeni bir demokrasinin nasıl kurulacağına ilişkin ilk işaretleri veren, insan onurunun, eşitlik ve özgürlüğünün kurucu yollarını bu pratiklerde aramalı belki de. Çünkü Mamak’tan Sincan’a, oradan Çankaya’ya giden bir yolu, dünyanın birçok metropolüne taşımanın mümkün olduğunu görmeden, Çukurambar’da biriken rantın kendi bekası bakımından mecbur olduğu sürdürülebilir barbarlığının önünde durmak mümkün görülmüyor artık.