Eski defterleri yeniden açmak
Aralarında emekli maaşıyla ayı tamamlamaya çalışanların da bulunduğu insanları “Türkiye’nin kaymağını yiyenler” diye işaret etmek, onlarca yapısal sorun nedeniyle yaşanan ekonomik krizi, “Her şey Gezi ile başladı” diyerek açıklamaya kalkmak, çoğu Avrupa’dan sağlanmış kredilerle beslenerek ayakta tutulan yandaş medyanın karşısında, sınırlı fonlarla ayakta kalmaya çalışan alternatifleri “İpleri Avrupa’nın elinde” diyerek suçlamak... Bunlar yeni keşfedilmiş şeyler değil.
Tarihi galiplerin yazmasını veya galiplerin söyledikleriyle bilmemizi mümkün kılan bir sürü sebep var. Bu sebeplerden biri de, hem kişisel, hem toplumsal hafıza kayıtlarının çoğunlukla sonuçlara göre arşivleniyor olması. “Şu tarihte ne olmuştu”, “o mesele nasıl bitti” benzeri sorular hep gerçekleşmiş neticelerle etiketlenmiş dosyalarda, raflarda kayıtlı. Hafızamızı, zihnimizi zenginleştiren, asıl olanı anlamamızı sağlayan süreçleri, ayrıntıları ise bize tarihçiler, araştırmacılar, bilim insanları, edebiyatçılar, belgeselciler ve gazeteciler taşıyor. Ancak çoğu zaman hem olaylar yaşanırken, hem olup bitenlere sonradan bakılarak yazılan külliyattan kalan tortu, “belirleyici” sonuçtan fazlasını taşımaya yetmiyor, çok önemli dinamikler sonuçla etiketlenmiş dosyalardaki bilinen ama kullanıma pek girmeyen notlar olarak kalıyor. Yakın ve uzak siyasal tarih anlatıları da böyle. Kendi başına açıklayıcı olma kabiliyeti son derece sınırlı kaba sonuç cümleleri, kullananların manipülasyonlarına açık ezberler olarak devam edip gidiyor.
Mesela, son on yılın siyasal gelişmeleriyle ilgili olarak, galiplerin dilinden olsa da kimsenin fazla itiraz etmediği, hatta muhalefetin “özeleştiri” olarak da kullanmaktan çekinmediği bir tespit olarak, “AKP güçlü bir oy konsolidasyonu yaratarak girdiği bütün seçimleri kazandı” denilebilir. Ama bu cümlenin içinde, söz konusu sürede AKP’nin sayısal olarak da, siyasi olarak da üç-dört kere iktidarı kaybetmiş olduğu gibi bir durum görünmez bir gölge gibi kalıyor. Mesela, 2009 yerel seçimi, 7 Haziran 2015 ve 24 Haziran 2018 seçimlerinde AKP’nin aldığı oylar aslında tek başına iktidar olmasına yetmiyor. Bu seçim sonuçlarının yanına bir seçim söz konusu olmadığı için sayısal verisi bulunmayan ama siyaseten önemli bir eşik Haziran 2013’deki Gezi’yi de ekleyebiliriz. Böyle bakınca, son on yılı tek bir cümle ile özetlenecek, süreklilik arz eden düz bir çizgi gibi algılamak, 3-4 yıllık periyotlarla yaşanan dramatik iniş çıkışları önemsiz saymak çok eksik kalıyor. Özellikle Gezi meselesi, sonucu ve kazananı kayda girmediği için hâlâ açık bir hesap halinde.
Bir yıldır iddianamesi hazırlanmadan hapiste tutulan Osman Kavala’nın soruşturması, iki hafta önce Anadolu Kültür A.Ş yönetici ve çalışanlarının gözaltına alınması ve sonrasında da iktidar yanlısı medyaya servis edilen haberlerden ve bizzat Erdoğan tarafından dillendirilen niyet beyanından da anlaşıldığı kadarıyla giderek bir “Gezi Soruşturmasına” dönüştürülmek isteniyor. Gezi protestoları sırasında etkili bir sivil inisiyatif olan Taksim Dayanışması üyelerinin ifadeye çağrılması da bu kanıyı güçlendiriyor. AİHM tarafından öncelikli olarak görüşülecek soruşturmanın acilen bir iddianameye kavuşturulmasıyla ilgili çaresizlikler yanında, Gezi’yi yeniden ısıtma girişiminin tamamen rastlantısal olmadığını düşünmek için fazlaca sebep var. İktidarın bu kadar kişiselleşmesi, siyaseti de son derece kişisel önceliklere zorluyor. Dolayısıyla, Erdoğan açısından kapatılamamış kişisel bir siyasi hesap olarak duran Gezi’nin hafıza kayıtlarına girecek bir “sonuca” kavuşturulması, etiketlenmesi hem gerekli hem elverişli görülüyor. Berat Albayrak’ın ekonomik krizle ilgili “Her şey Gezi ile başladı” sözlerine de özel dikkat gerekir.
Gezi Olayı için pek çok tanımlama yapılabilir elbette. Bunlardan biri de hep iddia edildiği gibi siyasetin sadece iktidarın konsolide ettiği oylara göre biçimlenmediğini, aksine onun karşısında da heterojen olsa bile son derece güçlü bir direnç konsolidasyonu olduğunu göstermiş olması. Hatta, siyasi desteğin devamını kişiselleşmiş iktidarla özdeşleşme üzerine kuran bir lidere dönük açık ve yüksek itirazın dev kitlesel gösterisi olarak dünyadaki çok özel örneklerden biri olduğu bile söylenebilir. Bir dönem için bile olsa maç, konser, bayram gibi toplantılardaki kalabalıkların önüne çıkmakta zorlanan bir siyasetçinin, kimsenin toplanmasına izin verilmeyen bir yönetimin başı haline gelmesi, yakın tarihteki her vakayı istediği gibi yazmaya yetmiyor. “Hesabı görülüp” sonuçlandırılamayan boşluklar, sadece kişisel hesap için değil, kurulan -kurulmak istenen- anlatıyı bozduğu için de sorun. Bu gereklilik, siyasi, kültürel kimlik hatlarını yeniden hatırlatacak, dış ve iç düşman bahanelerini güncelleyecek imkanlarla buluşuyor.
Gezi Olayı'nı - hukuken olmasa bile siyaseten- hükümete karşı bir kalkışma olarak tescil ettirme ve dahil olanları da son yıllarda kullanılan “şer ittifakı” torbasına toplama, en azından böyle bir gündem kurma niyeti iyice belirginleşmiş durumda. En tepeden kurulan bu söylem, iktidar medyası tarafından da gerekçelendirilmeye çalışılıyor. Ancak, ortaya atılan iddialar, kanıt diye ileri sürelen bilgiler ve kullanılan suçlayıcı sıfatlara bakılınca inandırıcılık ve ikna edicilik meselesiyle fazla ilgili olunmadığı anlaşılıyor. Doğru olmadığı halde kullanılmaya devam eden Kabataş veya “camiye ayakkabılarıyla girdiler” yalanları gibi, tamamen algılara konuşan bir hikaye kuruluyor. Örneğin, resmi sitesinde açıkça kurucu ortaklarından olduğu belirtilmiş olmasına rağmen “Anadolu Kültür’ün Açık Toplum Vakfı’ndan para aldığı belirlendi” gibi saçma bir haber başlığı görülebiliyor. Veya “medya kurmaya çalışmışlar”, ‘Avrupa’dan fon aramışlar” gibi neresinin suç olduğu anlaşılamayan iddialar servise konuyor. Asıl ilginci, bu iddialarda kullanılan bilgilerin çoğu da, “FETÖ davalarından” tutuklu veya firari savcı ve polislerin hazırladığı dosyalara dayandırılıyor.
Aralarında emekli maaşıyla ayı tamamlamaya çalışanların da bulunduğu insanları “Türkiye’nin kaymağını yiyenler” diye işaret etmek, onlarca yapısal ve tercih sorunu nedeniyle yaşanan ekonomik krizi, “Her şey Gezi ile başladı” diyerek açıklamaya kalkmak, çoğu Avrupa’dan sağlanmış kredilerle beslenerek ayakta tutulan yandaş medyanın karşısında, sınırlı fonlarla ayakta kalmaya çalışan alternatifleri “İpleri Avrupa’nın elinde” diyerek suçlamak... Bunlar yeni keşfedilmiş şeyler değil; bunların sonuç alabilir, inanılmasa bile kabul edilir olması da sürpriz değil. Dolayısıyla, iktidarın zaten kapatılması gereken bir hesap olarak duran Gezi meselesini, seçim atmosferinde kullanılabilir bir imkana çevirmeyi hesaplaması beklenecek bir hamle. Gezi Olayları sürerken “ilk üç gün iyiydi” veya “çözüm sürecine komplo” türünden iddialarla oluşan ayrışmaların, daha da çeşitlendiği için şimdi daha kolay işleyeceğine de inanılıyor olabilir. Fakat, kazananı belirsiz olan Gezi hesabını yeniden açmak, “kazanan olarak” tescil edilmeyi garantilemiyor.