Şebekeler ve taassuplar
İnsanın bir arada yaşama ihtiyacının doğurduğu şebekeler, varlıklarını insan zaaflarını istismar ederek sürdürürler. Zenginlik, refah, güvenlik ve şöhret sahibi olmak isteyen herkesin cemaat, tarikat, kardeşlik örgütü, açık çıkar şebekeleri, lobiler, siyasal örgütlere yakın olmak, bu şebekelerin birer mensubu olmak gibi refleksleri kendi zaafları tarafından tetiklenmektedir.
Şebeke, yani ağ. Kökeni dokuma, örme. Günümüzde yaygın iletişim ve ulaşım örgüsünü, birbirleriyle bağlantılı ve gizli çalışan kimselerin tümünü, enformel olarak bağlantılı kişiler birliğini ifade etmek üzere kullanılıyor. Şebekeyi herhangi bir ilişkiden, herhangi bir bağdan ayırt eden özellik, şebekeyi oluşturan ilişkinin baskın bir biçimde kasti oluşudur. Her türlü insan ediminde olduğu gibi şebekede de gayriihtiyarî yanlar olur, şebekeyi oluşturanların amaçlarını, niyetlerini aşan sonuçları olabilir söz konusu ilişkinin, ancak şebeke bile isteye oluşturulur ve şebekeyi oluşturanların şu ya da bu biçimde rızalarına dayandığı için nihayetinde bir çıkar ilişkisidir. Bununla birlikte şebeke oluşturulurkenki birincil amaç mensupların çıkarlarının korunması olmayabilir. Yani bir çete ile bir dernek, kasten oluşturulmuş olmak bakımından ve nihai olarak mensuplarının çıkarlarına halel getirmemek bakımından birer şebekedirler, ancak ikinci şebekenin birincil amacı, yani varlık nedeni mensuplarının çıkarlarını korumak değildir. Diğer yandan şebekeyi bir arada tutan nedenin kapsayıcılığı, kuşatıcılığı ile mensupların birbirlerini tanıma, bilme derecesi arasında ters orantılı bir ilişki olduğu düşünülebilir. Örnek olarak ailelerin, aşiretlerin, ulusların, dinlerin oluşturduğu şebekeler dikkate alınabilir. Nihayet toplum şebekelerin şebekesi olarak kabul edilebilir. İronik bir biçimde şebekenin varlık nedeni tüm insanlığı kapsayıcı hale geldikçe, belirsizleşir, adeta muammaya dönüşür; söz konusu şebekeler de anonimleşir. Örneğin semtinizde tanışlarla oluşturduğunuz edebiyat topluluğunun (şebekesinin) amacı mensuplarının bu konudaki bilgisini, görgüsünü arttırmakken, doğar doğmaz kendinizi içinde bulduğunuz, nihai olarak kişisel çıkarınızı angaje eden bir amacı olduğundan hiç şüphe etmediğiniz ulusun (şebekenin) amacı aslında beklendiği kadar açık değildir. Yahut iyi (uygun, doğru) amellerinizin neticesinde size hayırlı bir son müjdeleyen dininiz (şebekenizin –belirli bir amaçla oluşturulmuş kasti ilişkiler bütünü) esasen başlangıç ve sona ilişkin kabullere (inanca) dayanıyordur, yani bu konuda hiçbir şey örneğin şu anda önünüzde duran nesne kadar ‘apaçık’ değildir. Son olarak kendiliğinden, kısa süreli veya duruma özel çıkar birlikleri de şebekeler olarak değerlendirilebilir. Çoğunu tanımadığınız apartman sakinlerini düşünün. Diyelim ki gördükçe selamlaşmaktan öte bir ilişkimizin olmadığı komşumuzu sokakta tanımadığımız biriyle kavga eder durumda gördük, çoğumuzun tepkisi nedenine bakmaksızın komşumuza arka çıkmaktır. Sokağımızda, örneğin, üç bakkal vardır, ısrarla birinden alışveriş ederiz. O halde şebeke, şebekeleşme insan varoluşuna içkin olan bir arada olma ihtiyacından türüyor. Bu ihtiyacın, elbette, kendiliğinden (doğal) nedenleri olabileceği gibi toplumsal kuruluşun empoze ettiği nedenleri de olabilir. Her halükarda bütün insan toplumları şebeke bütünleri olarak kavranabilirler. Bununla birlikte bu denli kapsayıcı bir kavramın açıklayıcılık gücünü yitirmesi, dolayısıyla işlevsizleşmesi sorununun üstesinden nasıl gelinecektir?
Şebeke kavramını, temelde ulus ötesi şirketlerin kapitalist krize çare olarak ürettikleri ve destekledikleri küreselleşme (ticaretin, sermaye akımlarının zayıflar aleyhine serbestleştirildiği, sendikaların zayıfladığı, üretimin esnekleştirildiği, emeğin güvencesizleştirildiği, sosyal harcamaların bunları desteklemek üzere biçim değiştirdiği bir dünya) olgusu ve söyleminin yarattığı belirsizliği ve teşvik ettiği fırsatçılığı kavranır kılmak için kullanmıyorum. Aksine şebeke kavramı, küreselleşme söyleminin yarattığı tuzak ikiliklerin (piyasa-devlet, sınıf-kimlik, vb.) ötesine geçilmesine izin veriyor ve sınırladığı gerçeklik hiç de kapitalizmin 1970’lerdeki krizinden sonra ortaya çıkmış değildir. Gerçekliğimizi açıklamak ve aynı zamanda onu biçimlendirmek için kullandığımız kavramların verimsiz dışlayıcılığının üstesinden gelme kapasitesine sahiptir. Örneğin aileleri, kabileleri, aşiretleri, ulusları, dinleri, tarikatları, cemaatleri, dernekleri, vakıfları, siyasal partileri, sendikaları, toplumsal sınıfları, çeteleri, suç örgütlerini, devletleri, devlet-üstü yapılanmaları, vb., kısacası belirli amaçlara koşulmuş kasti ilişki bütünlerini şebekeler olarak görürsek, bu birlikteliklerin nasıl katmanlaştıklarını ve kesiştiklerini, bir arada var olabildiklerini de görür hale geliriz. Böylelikle Türk milliyetçisi Kürtlerin yahut Kürt milliyetçisi Türklerin, zengin yahut yoksul Müslümanların, Çerkez ya da Arap işçilerin, Hıristiyan ya da Müslüman Türklerin varlığını ve bütün bu iç içe geçişlerin yarattığı sorunları farklı bir pencereden görme olanağına sahip olmuş oluruz. Öncelikle söz konusu şebekeleşmelerin gayriiradî süreçlerle belirleniyor olsalar da zorunlu olmadıkları, üstelik çoğu kez gayet somut, üstesinden gelinebilir çıkarlarımız tarafından koşullandıkları anlaşılır hale gelir. Hemen her zaman değişmez, evrensel aidiyetler olarak kendilerine tutunduğumuz ilişkilerimizin aslında birer şebeke olduğu, bunların her nasılsa görünmez, belirsiz, asıl niteliğini dışarı vurmayan karakterinden de çıkarılabilir. Örneğin yaklaşık olarak herkesin içinde olduğu şebekelerden olan aile, o denli belirsizdir ki doğal olduğunu kabul ederiz. Ancak onun ne tür bir şebeke olduğunu miras yüzünden birbirlerini öldüren kardeşlerden, çocuklarını terk etmek ya da öldürmek zorunda kalan anne-babalardan yahut anne-babalarını ölüme terk eden evlatlardan anlayabiliyoruz.
İnsanın bir arada yaşama ihtiyacının doğurduğu şebekeler, varlıklarını insan zaaflarını istismar ederek sürdürürler. Zenginlik, refah, güvenlik ve şöhret sahibi olmak isteyen herkesin cemaat, tarikat, kardeşlik örgütü, açık çıkar şebekeleri, lobiler, siyasal örgütlere yakın olmak, bu şebekelerin birer mensubu olmak gibi refleksleri kendi zaafları tarafından tetiklenmektedir. Bu tür zaafların en birincili bağlanma, tutunma ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç siyaset sosyolojisi yazınında asabiye kelimesiyle kavramlaştırılmıştır. Bağlanma, iç içe geçme, sarmaş dolaş olma, kan bağından kaynaklı dayanışma, koruma, fanatizm anlamlarına geliyor. Gerçekten de bir şebekenin talep ettiği taassubu (varlık nedeni amaca itirazsız bağlılık) göstermediğiniz zaman şebekenin dışına atılmanız, hain ilan edilmeniz an meselesidir. Yani her şebeke meşrebince mutaassıp mensuplar ister, dışlayıcıdır, aksi halde şebeke olması mümkün değildir. Örneğin, Türkiye’de çok sayıda İslamcı, Türkçü, Kürtçü, Kemalist, Marksist şebeke var. Tamamı İslam’ın, Türklüğün, Kürtlüğün, Kemalistliğin, Marksistliğin tek olduğunu, kendilerini bir araya getiren amacın bu teklik için en uygun formu gerçekleştirmeye kadir olduğunu iddia eder, şebeke olmaları bu iddiayı zorunlu kılar çünkü. Böylece ister istemez taassuba dönüşürler. Gözü kendi ihtiyacından başkasını görmediğinden, taassupsa, muazzam bir yıkıcılık potansiyeline sahiptir.
İnsan özgürleşmesi, eşitlik-özgürlük-insan kardeşliği idealinin gerçekleştirilmesi, bağlanma, tutunma ihtiyacının yıkıcı sonuçlara sahip, birbirini gerektiren çözümleri olan şebekelerin ve taassupların aşılmasıyla mümkündür. Bugünden yarına şebekelerin üstesinden gelemeyeceğimiz ortadayken, taassupları aşındıracak kasti birliktelikler için çabalamaktan başkası gelmez elden.