Derkenara yazılsın
Ne kadar sündürülürse sündürülsün diyecek az şey var artık. İktidar ayıklananlarda çünkü.
Karamannâme/Kitab-ı Karamaniyye bahsini sürdüreceğim. Bir hafta ara vereyim diyorum, derkenara yazılsın. Yoğun ve yorgunum.
“Derkenara yazılsın” derken Sümmanî’yi (1861-1914) hatırlamalı. Diyor ki, “Yazanlar Leyla’nın Mecnûn’ kitabın’ / Sümmanî’yi derkenara yazmışlar.” Ne kadar muhteşem bir yazıklanma ve tevazu. Kitabın içine değil, bir itiraz, bir ek, bir zeyl olarak kenarına yazılmak. Ama tarihi yazan yaklaşım budur. Erzurum’un valisi, komutanı, sömürgeni değil, çobanı olan Sümmânî kalır bugüne.
Köşe de bir kenar, ama gazetenin içindedir. Derkenar değildir. Oraya da bir itiraz düşülebilir ama. Yine de Sümmânî’nin kendisi ve çağıyla kurduğu o soylu ilişki yok artık.
Köşe yazmak insanı bir şeyi, bir şeyleri ya da en kötüsü her şeyi herkesten daha iyi bildiğine inandırıyor. Gazetelerin eski sayılarının sayfalarında geçmiş gibi günü ve geleceği de bildiğini farz eden sayısız köşe yazısı solup durmakta!
Herkes adınayı geçelim, çoğu zaman kendi adına da söz alamayan biri olarak köşe yazarlarının çoğunun fena insanlar olduklarını düşünürüm. Büyük kısmı iktidarın, ordunun, ideolojinin, hiziplerin, derinlerin, sermayenin belli bir süre kullanıp attığı kişilerdir.
Elbette her devrin Sümmânîleri olarak “biz”ler büyük ölçüde masumuz. Ama orta vadeli işlek kalem arayan çevreler aramızdan sık sık birilerini ayıklar. “Seçer” demedim, çünkü seçme olumlu, ayıklama olumsuzdur. Seçmek iyiyi, ayıklamak fenayı işaret eder. Ayıklama ayıklanan yere uymayanı koparma ve atma eylemidir. Yani “ayrık” bir tür atıktır. Muktedirlerin tarafında olmanın hazzını yaşamaya başlayan atık, bir süre sonra ayıklandığı yere efendilerinden daha fazla öfke duyar. O artık köşe yazarı filan değil, bildiğin tetikçidir, kalemi bir kılıçtır.
Bu takımdan birkaç kişiyi tanımıştım.
Onlardan biri, sisli bir Mardin akşamında mahalle pidecisi gibi herkeste olan telefon numaramı bulmuş, kendimi önemli sanacak iltifatlar edip bir acı kahvemi içmişti. Bu mücahidenin pür demokratik zihni, Aquinolu Thomas’tan el-Caberî’ye uzanan cümleleri ve Akif Kurtuluş’tan dizeler ezberlemiş belleği içimi ferahlatmıştı. Şimdi ise her cümlesi Çölaşanvarî.
Başka biri, çocukları ezilen annelerin cümleleriyle yazıp durdu. Kendimize söyleyemediğimiz gerçeğin vesikalarını tuttu. Sonra tek parti sultasının reklam, tanıtım, düğün ve nişan işlerinden sorumlu başkan yardımcısı yamağı oldu.
Efendinin dizlerinde serpilen bir kuvvetle içinden ayıklandıkları yere avcı gözüyle bakıyorlar şimdi. Hep böyleydi de bize bunları tanımak düştü.
Peki yazmanın, okuyanlardan, okurlardan daha fazla cümle kurmanın bir sorumluluğu yok mu? Düşünce üretmenin insanlık durumuyla, insanı insanca bir noktaya taşımakla bir ilgisi yok mu? Vicdan demode midir?
Amerikan psikanalizi diyeceğim, üzerinize afiyet. Biri kalkıp birilerini yok eder ya da yok edilmelerini sağlar ama bu zihniyet bize bunun yaşananla, kişisel tarihle, birtakım şahsî sıkıntılarla ilgisi olduğunu söyler. Bir tür katharsis. Malum ya, her sonucun nedenleri vardır!
Peki bu egemen işleyişe karşı mesela Edward Said’in Demokratik Hümanizm dediği çerçevede itiraz etmek, insanları bu şemsiyenin altına çağırmak iyi ve doğru mu? Böyle yaparak insanları bu barbarlığa karşı zayıf hale getirmez miyiz?
Ne kadar sündürülürse sündürülsün diyecek az şey var artık. İktidar ayıklananlarda çünkü. Eskiden devşirme derlerdi. İşlev gibi yöntem de aynı. Çünkü fena olmanın da bir tarihi vardır ve bu zihniyetin tarihi, kendi köklerini yakmak ve yok etmenin tarihidir. İnsanların, koca bir toplumun, ezilmişlerin, durup ufka bakanların canı yanmış, ne gam! Ayıklandıkları yer yanmalı ki bir daha oraya dönemesinler.
Onların gemisi yüzer karada, yüzer karada
Yakarlar cümlesin’ cevr ü cefâda
Sultanın zamanı biter kenarda
Sümmânî’yi istikbâle yazmışlar