Hak verilmez teslim edilir
İkinci meclisin iktidar grubunda yer aldığı halde komisyonda ve genel kurulda maddelerin kadınları da içerecek şekilde yazılmasını kabul eden Recep (Peker) Bey'in hakkaniyetli açıklaması, bugün bile hâlâ idrak edilmiş görünmüyor: "Binaenaleyh meselede hak vermek hukuk-u siyasiye vermek nokta-i nazarından değil alehtılak dünyada mevcut hukukun en basiti ve en birincisi olan intihap etmek ve edilmek şıklarından Türk kadınının da hakkı olduğunu ve bu hakkın Heyeti Celilenizce teslim buyurulmak lazım geldiği kanaatindeyim."
Evet, geldik yine kadınlara verilen(!) siyasal haklar teranesiyle kulaklarımızın tıka basa “doyduğu” günlere. Eve, artık tokuz. “Kadınlara siyasal haklar verildi” cümlesindeki o gizli özne zannedildiği kadar gizli değil. Kendisini, norm olarak dayatıp, yine kendi oluşturduğu normlar hiyerarşisinde en tepeye yerleşen ataerki, bu cümlenin gizli öznesi. Girdiği kabın şeklini alan su kıvamıyla siyasal sistemlerden felsefeye, dinlerden bilime, kültürden hukuka, çağdan çağa, yıldan yıla farklı görünümlere bürünen beşeriyet macerasının değişmeyen aktörü. Gerilemesi, flulaşıp etkisini giderek yitirmesi içsel devinimle mümkün olmayan ataerki, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Kemalizm kılığına bürünmüştü.
Osmanlı'da kadınların siyasal haklar mücadelesi 1908 yılında tavan yapmış, 1909 anayasa değişikliğiyle siyasal haklarını elde etme ümidi yükselmiş ancak sonuç hüsran olmuştu. Kadın eşitlik mücadelesini yok sayan, tarih kitaplarında ve araştırmalarında yer yermeyen ataerkil zihniyete uzun savaş yılları da güç verdi. Mesela Halide Edip gibi Osmanlı Kadın Hareketi içinde yer alanların büyük kısmı Balkan Harbi'yle başlayıp Büyük Taarruz'la sonlanan uzun savaş yıllarında kadın eşitlik mücadelesini arka planda bırakmayı, vatanseverliğin gereği saymışlardı. Bu anlayıştan kadınlara, “fedakarlık edenin feda edileceği” tecrübesi kaldı. Zira savaş yıllarında, zahmette eşitlenen kadınların, yeni anayasa yapılırken nasıl yok sayılmaya çalışıldığını biliyoruz.
1924 anayasası Büyük Millet Meclisi'nde görüşülürken, 18 Mart 1924 gününe ait tutanaklardan 10 ve 11’inci maddelerde yer alan seçme ve seçilme hakkına ilişkin tartışmaları daha önce yazmıştım. “On sekiz yaşını doldurun her Türk seçilme hakkına sahiptir” hükmünü içeren 10’uncu maddenin oy birliğiyle kabulünü tutanaklardan izlemişti bu yazımı okuyanlar. Takip eden seçilme hakkı maddesi ise sadece yaş değişikliği getiriyor ve “otuz yaşını” doldurmayı yeter şart saydığı zaman başlayan tartışmaları da kısmen aktarmıştım. Bu tartışmalar sırasında ikinci meclisin büyük grubu “iktidar grubu” mensuplarının çoğunca “her Türk” ibaresinin içinde kadın varlığının da yer alacağını idrak etmeyişleri nedeniyle oy birliği çıktığını da anlamıştık. Herkes denildiğinde içine kadını dahil etmeyen eril zihniyet -ki burada Kemalist iktidar demek lazım henüz adını konulmamış olsa bile- baskın gelip, iki madde de “her erkek Türk” ibaresi eklenerek değiştirilmişti. Bugün bu eski yazıya işaret etme nedenimse hak verme kavramına o tartışmalar sırasında getirilen itirazı açıklamasını bir kere daha hatırlamak gereğine inanmam. İkinci meclisin iktidar grubunda yer aldığı halde komisyonda ve genel kurulda maddelerin kadınları da içerecek şekilde yazılmasını kabul eden Recep (Peker) Bey'in hakkaniyetli açıklaması, bugün bile hâlâ idrak edilmiş görünmüyor zira:
"Binaenaleyh meselede hak vermek hukuk-u siyasiye vermek nokta-i nazarından değil alehtılak dünyada mevcut hukukun en basiti ve en birincisi olan intihap etmek ve edilmek şıklarından Türk kadınının da hakkı olduğunu ve bu hakkın Heyeti Celilenizce teslim buyurulmak lazım geldiği kanaatindeyim."
Hak vermek değil var olan, insan hakları bağlamında dünyaca kabul edilmiş olan mevcut hakkın teslimi anlayışının gerekliliğini, hak verme ifadesinin yanlışlığını yukarıdaki satırlar ne güzel açıklıyor. Gerçi aynı Recep Bey, kuşkusuz iktidar örüntüleri baskın geldiği için gördüğü lüzum üzerine aynı konuşmanın son cümlesinde, maddelere “nüfus-ı zükûr/erkek nüfus” tabirini yerleştirmeyi de işaret edivermiş. O’nun işareti ve Celal Nuri’nin (İleri) kalemiyle “her erkek Türk” ibaresi maddelere yerleşiyordu. Aynı yazıda Nezihe Muhiddin ve siyasal haklar mücadelesiyle parti kurma aşamasına geldiğini de belirtmiştim. Cumhuriyet ilan edilmeden aylar önce kurulan yeni devletin ilk siyasi partisi Kadınlar Halk Fırkası'ydı. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tutanaklarda izlediğimiz bu tartışmalar cereyan ederken beklemedeydi. Dahiliye Vekaletine sundukları kuruluş dilekçesine cevap bekliyor olmalarına rağmen tutanaklara yansıdığı kadarıyla tartışmalarda bu partiye ilişkin hiçbir atıf görülmeyişi de ayrıca ilginç. Dilekçe dokuz ay bekletildikten sonra yani bu tartışmalar bitip, yeni anayasa tamamlandıktan sonra kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle ret edilmişti.
Partisi kabul edilmediği zaman Türk Kadınlar Birliği'ni kuran Nezihe Muhiddin’in takip edilen yıllarda sosyal dışlamayla yalnızlaştırılıp medeni ölüme mahkum edilmesine paralel biçimde, halkın hafızasından da silinmesi, bu yıllarda pek çok başka kadının da yaşadığı acı tecrübelerdendir. Bugün (5 Aralık Çarşamba) Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlenen gala gecesiyle gösterime girecek olan Nezihe Muhiddin belgeseli işte bu nedenle çok kıymetli. “Kadın olmanın günahı” ismiyle çekilen uzun metrajlı belgesel filmi izlerken bir başka gerçeği daha hatırlamakta yarar olacak. Böl ve yönet politikasını, ataerkinin kadın politikalarında kullanışını hatırlamadan geçmeyelim.
1930, 33 ve 34 de kademeli olarak teslim edilen siyasal hakların kadınların sadece bir bölümü, hem de küçük bir bölümü için kullanılabilir olduğu unutulmaması gereken gerçeklerden. “Devletler, kadınları kamu yönetiminin dışında tutamayacaklarını anladıkları zaman kadınlar içerisinden, ideolojisine yakınlaştırdıkları kısmını, kamunun içereceği düzenlemelerle kadınları bölerek, ancak bir kısmını hazmetme eğilimine girer” (Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar), Connell’in tespiti Türkiye’nin kuruluş yıllarını anlatır gibidir. Sonrasında ve bugün, kadınların tümünün hakları teslim edilmiş olsa bile durumun pek fazla değişmediği açık. Zira şimdi Kemalizm yeşil renge bürünmüş, kadın karşıtı dindarlık biçimiyle eklemlenmiş halde sürüyor. Meclis'te yüzde on yedi kadın varlığı yerel siyasette yüzde bire düşmekte. Yaklaşan yerel seçimler için adaylık yarışına giren kadınların ismi bile anılmıyor ki bir avuç parti karar vericileri çok zorlanmadan kadınların hakkını yiyebilsin. Kuruluş sürecinde Nezihe Muhiddin, Yaşar Nezihe gibi kadınların görünmez kılınmasına yol açan politika, günümüzde de ataerkiyi geriletecek tek güç olan feminist politika üretme süreçlerini baltalama yolunda. Sivil toplum deneyimi olan kadınları ve özellikle feminist kadınların seçilme hakları gasp ediliyor. Bu yok sayma politikası, yok etme girişimi önümüzdeki yerel seçimler için aday belirleme sürecinde, özellikle iktidar ittifakında, karar vericilerin seçimleriyle daha da belirginleşecek gibi duruyor. Çünkü ataerki artık, Kemalist ideolojinin gardırop ölçütlü çağdaşlaşma misyonunu da terk edip, kadın karşıtı dindarlık biçimiyle kılıflandığından, kadın kazanımlarının tırpanlanması evresine geçmiş bulunuyor. İktidar cenahı böyleyken muhalefet kendisine düşün sorumluluğun farkında mı, emin olmak zor.